sfinancemagazine
DESCRIPTION
sfinancemagazineTRANSCRIPT
İzmir Ekonomi Üniversitesi
Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hasan
Fehmi Baklacı sıcak gündemin
popüler terimi olan ideal kur
oranı hakkında düşüncelerini
paylaştı.
İzmir Ekonomi
Üniversitesi Uluslararası
Ticaret ve Finansman
bölüm başkanı Cengiz
Erol engin tecrübesi ile
bizlere ışık tutuyor.
İzmir Ekonomi Üniversitesi
Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ufuk
Tutan sıradışı kariyer
sürecini bizlere anlattı.
Student Finance Öğrencilerin Finans Merkezi
www.sfinance.org
Oyak Yatırım İzmir Şube
Müdürü Mehmet Akhalil ile
önemi her geçen gün artan
İMKB’ yi masaya yatırdık
CMS CEO’su Ünal Kocaman ile
sektör ve kişisel kariyer öyküsü
üzerine dopdolu bir söyleşi
gerçekleştirdik
İkinci sayımızın ilk yazısında, sizlere kısaca
“SFINANCE”'in kuruluş hikâyesinden
bahsedelim.2011 yılı Mayıs ayında “SFINANCE”
henüz adı konulmamış, küçük bir fikirden ibaretti.
Araya giren yaz döneminin ardından, tekrar bir
araya gelip bu fikri masaya yatırdık. Önümüzde
zorlu bir süreç vardı ve bu süreçte vaktimizin büyük
bir kısmını bu oluşumu gerçekleştirmek adına
kullandık. Uzun süren görüşmelerimiz sonucunda,
birlikte yeni deneyimler kazandık ve yakın
arkadaşlarımızın desteğiyle 20.11.2011 tarihinde
SFINANCE'i kurduk.
Peki, SFINANCE nedir? Nasıl bir
oluşumdur? Şimdi sizlere biraz da bunlardan
bahsedelim. SFINANCE‟i kurduk; çünkü
Türkiye‟de finansa ilgi duyan öğrenciler arasında
iletişimin ve üretimin eksik olduğunu fark ettik.
Aynı zamanda paylaşımları için yeterli alanın
sağlanmamış olduğunu düşündük ve kendilerini
geliştirip, kanıtlayabilecekleri uygun ortamı
sağlamak istedik. Bu yüzden öğrenciler tarafından
hazırlanıp, finansa ilgi duyan insanlara hitap
edebilecek ve öğrenciler arasında köprüler kurarak
bilgi akışını sağlayabilecek bir dergi oluşturmaya
karar verdik.
SFINANCE'in en önemli özelliği öğrenciler
tarafından kurulmuş olup, yine öğrenciler tarafından
hazırlanması.
Hayat sadece derslerden ibaret değil, insanlar
hayatları boyunca öğrendiklerini yorumlayabilmeli,
uygulayabilmeli ve en önemlisi de çeşitli
oluşumların içinde bulunup kendini
geliştirebilmelidir. SFINANCE için herkesin dergisi
diyebiliriz; çünkü isteyen herkesin, hem yazılarıyla
hem de görüşleriyle katkıda bulunabileceği bir
oluşum gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Türkiye‟de
finansa ilgi duyan ve bende varım diyebilen herkesi,
bu derginin çatısı altında birleştirmek umuduyla,
nice sayılarda görüşmek dileğiyle.
M. Melih Akyurt-Halil Karlı
Reklam & iletiĢim
05548865055/05056170479
www.Sfinance.org
GENEL YAYIN YÖNETMENĠ Halil Karlı
EDĠTÖR Tezer Yelkenci
RÖPORTAJ SORUMLUSU
Birce Dobrucalı
ÜNĠVERSĠTELER
SORUMLUSU
Sabri Umut Dilemre
HABER EDĠTÖRÜ
Melis Gizem Konuk
Halime Bayer
HABER EKĠBĠ
Merve Korkmaz
ÜNĠVERSĠTE TEMSĠLCĠLĠĞĠ
EKĠBĠ
Murat Sarı
Umay Algan
RÖPORTAJ EKĠBĠ
Aytaç Aycan
Tolga Deniz
YAZI ĠġLERĠ EDĠTÖRÜ
Gözde Özer
ETKĠNLĠK SORUMLUSU
Doğan Bademkıran
FOTĞRAF EDĠTÖRÜ
Semih Pek
YAZI ĠġLERĠ EKĠBĠ
Merve İkizoğlu
Bahar Çayır Hande N. Belen
ETKĠNLĠK EKĠBĠ
Celal Başol
Elif Kolcu Nur Haseki
Değerli okurlarımız,
DANIġMAN HOCALARIMIZ
Prof. Dr. Cengiz Erol
Doç. Dr. C. Coşkun Küçüközmen
Yrd. Doç. Emin Akçaoğlu
Dergiyi Hazırlayan: Halil Karlı-M. Melih Akyurt
GENEL KOORDĠNATÖR M. Melih Akyurt
EDĠTÖR Büçke Deniz Menteşe
ŞUBAT 2011
SAYI-2
Prof. Dr. Cengiz Erol ile hem UTF
(Uluslararası Ticaret ve Finansman)
bölümü ile ilgili planlar, hem de
ekonominin güncel sorunları hakkında
konuşma fırsatı yakaladık.
Birce Dobrucalı başarılı
yatırımcıların kokain ile bağlantısı
üzerine ilginç ama bir o kadar da
keyifle okunacak bir yazı paylaşıyor.
CMS CEO‟su Ünal Kocaman şirketin
sektördeki yerini ve gelecek
hedeflerini bizlerle paylaşıyor.
Oyak Yatırım İzmir Şube Müdürü
Mehmet Akhalil ile İMKB‟nin
bugününü ve geleceğini masaya
yatırıyoruz.
Doç. Dr. Hasan Fehmi Baklacı
ekonomik gündemle ilgili bizleri
aydınlatıyor.
Hazal Özgül Yunanistan‟daki kriz ile
2001 Türkiye Krizi arasındaki
benzerlikleri gösteriyor.
10
6
12
16
24
28
36
39
M. Melih Akyurt is focusing on the
CDO‟s which is created from the
mortgages regarding to American
nightmare in 2008
Doç. Dr. Ufuk Tutan kariyerinin
dönüm noktasını ve özel sektöre geçiş
hikâyesini bizlerle paylaşıyor.
ŞUBAT 2011
SAYI-2
İzmir Ekonomi Üniversitesinin en aktif
kulübü olan Kariyer kulübünün kuruluş
sürecini, bu işin mimarı Murat
Barbaros‟dan dinliyoruz.
44
Öncelikle bize biraz kendinizden
bahseder misiniz?
Kısaca şöyle bahsedeyim kendimden;
1974 yılında Ege Üniversitesi İşletme
bölümünden lisans derecesi ile mezun
olduktan sonra New York Eyalet
Üniversitesi‟nde Finans ve Muhasebe
dalında yüksek lisansımı tamamladım.
1983 yılında da New York Eyalet
Üniversitesi‟nde Uluslararası Ticaret ve
Finansman uzmanlık alanında
doktoramı yaptım. ODTÜ İşletme
Bölümü‟nde Finans Profesörlüğü ve
İşletme Bölüm Başkanlığı‟nı
yürüttükten sonra, 2010 yılı Eylül
ayında İzmir Ekonomi Üniversitesi‟nde
Uluslararası Ticaret ve Finansman
bölümünde profesör olarak çalışmaya
başladım. 2010 yılında Sosyal Bilimler
Enstitüsü Müdürlüğü ve 2011 yılı
Nisan ayından beri Uluslararası Ticaret
ve Finansman Bölüm Başkanlığı
görevime devam etmekteyim.
Yayımlanmış yerli ve yabancı birçok
makaleye ve kitap çalışmasına sahip
olduğum gibi, yurtiçi ve yurtdışı birçok
projede yer aldım, yer almaya da
devam etmekteyim.
Ġzmir Ekonomi Üniversitesi‟nin ve
ITF bölümünün kuruluĢunda önemli
rol oynadınız. Bu bölümü kurarken
hayalleriniz nelerdi ve bu bölüm için
gelecek planlarınız nelerdir?
İzmir Ekonomi Üniversitesi
kurulurken; iktisadi ve idari bilimler
fakültesi çatısı altında daha
uzmanlaşmış, daha dikey, Dünya‟nın
ve Türkiye‟nin ihtiyacı olan uzman
eleman yetiştirilmesi konusunda diğer programlardan farklı bir
program yapmalıyız diye düşündük. İzmir Ekonomi
Üniversitesi ilk açıldığında buradaydım. Üç dört ay gönüllü
olarak İzmir‟de kaldım, aynı zamanda Muzaffer Demirci Hocam
ve Adil Hocam da buradaydılar. Beraberce oturduk ve şu kanıya
vardık: Ekonomik olarak baktığımız zaman, dünyada iki eksen
vardır: ticaret ekseni ve para ekseni. Diğer konular bu iki
eksenin altındadır. ( pazarlama, insan kaynakları, halkla ilişkiler
vs.) Bu sebepten dolayı bu iki ekseni daha evrensel değerler
çerçevesinde işleyen bir program yapalım dedik ve bu program
için dünyada örnek teşkil eden birçok programı inceledik.
Uluslararası platformda özellikle Amerika‟daki programları
inceleyip o gün için bu programı ilk olarak Türkiye‟de İzmir
Ekonomi Üniversitesi‟nde İİBF çatısı altında kurduk.
Uluslararası Ticaret ve Finansman bölümüne iki eksen olarak
baktık. Ticaretle uğrasan insanın dünyayı bilmesi ve aynı
zamanda parayı da bilmesi şarttır. Birbirini destekleyen bu iki
konu üzerinde uzmanlaşmak gerekmektedir. Uluslararası
Ticaret ve Finansman bölümü, bu iki konuyu birleştirici
niteliktedir. Ben bölümü kurduktan hemen sonra buraya
gelmedim, ancak diğer hocam burada part-time olarak ders
veriyordu. Aradan geçen iki yılın ardından üniversiteye katılma
kararı aldım, tabi bu arada üniversitemizin açılışlarına da sürekli
katılıyordum. Üniversiteye katıldık, tekrar bu programı revize
ettik. Programın iki uzmanlık sahası olarak ders programını iki
eksene ayırdık. Yani benim öğrencim 3.sınıftan başlayarak ya
finans uzmanı olacak ya da ticaret uzmanı olacak. Bunlar teorik
çerçevenin ötesinde uygulamalı, esaslı derslerdir; özellikle
ticaret alanında çok sayıda uygulamalı dersimiz mevcuttur. O
dersleri de geliştirdik tabi.
İzmir Ekonomi Üniversitesi
Uluslararası Ticaret ve
Finansman bölümü başkanı,
değerli hocamız Prof. Dr.
Cengiz Erol sorularımızı büyük
bir titizlikle cevaplıyor ve
bizleri aydınlatıyor.
6/ www.sfinance.org
UTF (Uluslararası Ticaret ve Finansman) Bölüm BaĢkan Prof. Dr. Cengiz Erol
Peki, bu programla ilgili gelecekteki hayalleriniz
nelerdir?
Üniversitemiz çerçevesinde daha uzmanlaşmış, daha
rekabetçi potansiyele sahip öğrenci yetiştirmek ve
öğrenci odaklı olmak bizim hedeflerimiz
arasındadır. Bizim amacımız öğrenci eğitim
kalitesini arttırarak önümüzdeki 5 yıl içerisinde
mezunlarımızdan mayıs ayında nisan ayında
okulumuza gelerek “Sizin bolümden bize uzman
eleman gelir mi?” dedirtebilmektir. Bizim için
önemli olan sadece öğrenciye diploma verebilmek
ya da öğrencinin ne kadar ders aldığı değildir, bizim
için esas olan öğrencinin okulu bitirdiği zaman
ihracat prosedürünü ve gümrüklemenin ticaretle
ilgili bütün konularını içeren uzman bir nitelik
kazanması ve bu programın da ses getirmesidir.
Program daha yeni yeni oturuyor, programın
oturması kolay değil tabi. Ama gördüğüm kadarıyla
son bir kaç yıl içerisindeki bölümümüzün gerek
Dünya gerek Türkiye gerek diğer üniversitelerdeki
gerekse kendi üniversitemizdeki rekabetçi yapısı çok
iyi durumda ayrıca buraya gelen öğrencilerin puanın
yüksekliği ve niteliğinin de oldukça iyi olması
nedeniyle bölümün geleceğine olumlu bakıyorum.
Üç dört yıl içinde mezun olacak öğrencilerimizin
mutlak süratle iş arayan değil de talep yaratan
öğrenci olmasını istiyorum.
ġirketler açısından gelecek dönemin en büyük üç
riski nelerdir?
Şirketler açısından risk kavramı çok genel bir
kavramdır. Dünya ticaretinde küreselleşmeyle
birlikte klasik kârın tanımı değişti. Eskiden kar
şirketler için sattığın maldan aldığın payı ifade
etmekteydi ama şimdi küreselleşmeyle birlikte
sınırlar ortadan kalktı, şirket karları rekabetten
alınan paya dönüştü. Türkiye‟de faaliyet gösteren
Türkiye kökenli Türk sermaye şirketlerine bakış
açımız farklıdır, yabancı şirketlere bakış açımız
farklıdır çünkü yabancı şirketler dünyanın en ucuz
yerinde mal üreten en pahalı yerinde satan, dünyanın
tamamını pazar gören rekabetçi şirket
durumundadırlar. Fakat maalesef bizim şirketler bu
rekabet potansiyeline aynı şekilde sahip değiller. O
nedenle bizim şirketlerin rekabet konusunda
dünyada ne olup bittiğini görmesi gerekmektedir.
Dünyada iki önemli unsur vardır: bir marka iki
ölçek. Yüksek fiyatla kaliteli mal satmak yani marka
üretmek ve buradan kâr etmek marka esaslı üretim
yapmak demektir. Bir de ölçek ekonomisi dediğimiz
yüklü miktarda üretimden kâr etmek söz konusudur.
Örneğin tekstil sektörünü ele aldığımızda bir gömlek
firması tek yaka tek kol 10 milyon adet üretiyorsa bu
şirketin maliyet esaslı bir politika izlediğinin
göstergesidir ki Çin‟deki durum da budur. Bizim
şirketlerin dünyadaki değişimi algılayıp kendilerine
yeni bir yol çizmeleri gerekiyor.
Sizin gözünüzden önümüzdeki dönem için olası en
kötü ve en iyi senaryolar nelerdir?
Maalesef dünyada tarih boyunca her dönemde
ekonomik krizler vardır. Kötü veya iyi senaryonun
ana sebepleri yaşadığın zamana göre kendini
koruyabilmektir ve kendi stratejilerini
geliştirebilmektir. Ancak bizim ülkemizde yerli
şirketlerle ilgili moda olan yönetim modellerini değil
de; stratejik, uzun dönemli, rekabet eden,
girişimcilikten yönetimciliğe geçiş yönetim
modellerini ortaya koymak gerekmektedir. Bu
modellerle beraber de risk yönetiminin stratejik
yönetimlerin bir uzantısı olması gerekir. Maalesef
bizim şirketlerimiz moda olan yönetim şekillerine
özen gösteriyorlar. Şirketlerin kendi içinde daha
rekabetçi olmaları gerekirken günlük yaşama
eğilimleri vardır. Bütün bunlara ek olarak yerli
şirketlerin maalesef Avrupa‟daki ve Amerika‟daki
şirketlerin aksine yaşam süreleri çok kısa. Örnek
vermek gerekirse Singer 1851 yılında kurulmuştur,
150 yıllık bir şirkettir; ancak bizim bu kadar köklü
bir şirketimizin varlığından söz etmek güç. Bunların
Sizce kriz yönetiminde ülke olarak ne kadar
baĢarılıyız ya da bu alanda gerçekten baĢarılı
mıyız? Sizin bu konudaki düĢünceleriniz nelerdir?
Bizim ülkemiz genel olarak 2003 krizinden sonra
yeni ve dünyadaki küresel yapı içinde başarılı bir
görünüm arzuluyor. Bu konuyu burada kısa olarak
anlatmak çok kolay değil ama dünyadaki bu
furyanın içinde biz her ne kadar etkilenmişsek de
belli bir başarımız olduğunu kabul etmek gerekir.
Bizim ekonomimiz dünyadaki küreselleşme
zincirine göre yapılandığı için biz bunu başarı olarak
görüyoruz ama tabi ulusal çıkarlar boyutunda
tartışılır. Aslında bu çok daha geniş bir gündem
konusu.
www.sfinance.org
7/
Bankacılık sektöründe daha iyi olmamız bize bu
baĢarıyı getiriyor diyebilir miyiz?
Şimdi bankacılık sektöründe iyiyiz ama iyi
kavramı biraz mukayeseli bir kavram. Bir yabancı
bankanın toplam aktifleri, bizim bankalarımızın
toplam aktiflerine eşit. Biz küçük ölçekli finans
sektörünü yaşıyoruz. O açıdan baktığımız zaman
bizim bankalarımız daha uluslararası bankacılık
düzeyine gelemiyor. Bankalarımızın da yurt
dışında büyük operasyonları yok. Finansal
çerçevede daha kapalı bir ekonomiyiz; fakat 2001
krizinden sonraki yapılandırmalarla daha sağlam
bir pozisyona geldik. O açıdan başarılı
olduğumuzu söyleyebiliriz ama yabancı bir banka
kadar dünya bankacılığında rekabetçi bir yerimiz
olduğunu düşünmüyorum.
Farklı ülkelerde eğitimci olarak görev yaptınız.
Deneyimlerinize dayanarak Türkiye‟deki eğitim
sistemini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Benim eğitim konusunda çok sıkıntılarım var. Ben
üniversitemi Ege‟de bitirdim ama master ve
doktoramı Amerika‟da yaptım. Amerika‟da bir
süre hocalık da yaptım. Deneyimlerime dayanarak
şunu söyleyebilirim ki bizim
ülkemizde eğitim
öğrenme esaslı değil.
Daha çok belge esasına
dayanıyor.
Üniversitenin bir tercih
yeri olması lazım yani
inandığın için,
profesyonel olmak için
üniversite okunmalı.
Niye üniversiteye
geliyorsun? Profesyonel
olmak için yani bilgiyi
satarak geçinmek için.
Bizim
üniversitelerimizde
öğretim daha çok ezbere
dayalı; düşünen, karar
veren beyin değil de
ezberleyen bir beyin
yetişiyor. Biz İzmir
Ekonomi
Üniversitesi‟nde bunu
mümkün mertebede
değiştirmeye
çalışıyoruz.
Öğrenciye bir şeyin
tarifini vermektense, o
şeyi nasıl
yapabileceğini
göstermek gerekiyor.
Sınavlarda da bir şeyin
tarifini istemektense,
problemi verip
öğrencinin çözmesini
beklemek gerektiğine
inanıyorum. Aldığın
eğitimi de kullanman
lazım tabi; finans
eğitimi alıyorsun, faiz
hesaplaması
yapıyorsun; onu güncel
ve profesyonel hayatta
da kullanman lazım.
Aksi halde
ezberliyorsun. Bilanço,
gelir tablosu
öğreniyorsun; onun ne
anlama geldiğini
kavramadan
sadece ezberliyorsun.
Öğrenen, karar veren,
analiz yapan bireyler
yetiştirme esasına
dayalı bir eğitim
olması lazım.
Türkiye‟ de
özelleĢtirme üzerine
çeĢitli kitaplarınız,
yayınlarınız var.
ġimdilerde ise
Türkiye‟deki cari
açığın önemli
sebeplerinden biri
olarak yanlıĢ alınan
özelleĢtirme kararları
hedef gösteriliyor. Siz
bu konuda ne
düĢünüyorsunuz?
Biz özelleştirmeyi
satmak, yabancı
şirketlere devretmek,
kapatmak olarak
algılamadık. Biz
özelleştirme de
Türkiye‟de faaliyet
gösteren kamu iktisadi
teşekküllerinin
ekonomiye transferi
olarak bir model
önerdik. Bugünkü cari
açık 1989-1990 yılında
raporunda vardır.
yüksek denetleme
kurulunun bir Biz
maalesef kendi
uzmanlarımızın yazdığı
kitapları okumuyoruz.
Orada der ki: “Türkiye,
özelleştirme yaparken
ara üretim yapan kamu
iktisadi teşekküllerinin
ekonomiye
kazandırılmasına çok
dikkat etmelidir.” Biz de
bu eksenden hareketle
iktisadi devlet
teşekküllerinin,
Türkiye‟de ara üretim
yapan kurumların
kapatılıp, ekonomiden
çekilip, yok edilmeden
ekonomiye, özel sektöre,
yönetime,
özerkleştirmeye bir
transferini önermiştik.
Fakat biz bütün bu ara
üretim yapan kamu
iktisadi teşekküllerini
özelleştirme adı altında
kapattık, sattık, attık;
arsalarını ev yaptırdık.
Sonucunda ithalatımızın
ulaştığı noktaları hep
beraber görüyoruz.
Bizim o modellerimiz
hala duruyor. Sonuç
olarak Türkiye
ekonomisi o sıralar
sektöre hizmet
www.sfinance.org
8/
GÖZDE ÖZER-M.MELĠH AKYURT-CENGĠZ EROL
Son olarak finans alanında uzmanlaĢmak isteyen
öğrencilere ne gibi önerilerde bulunmak istersiniz?
Öncelikle riskin ne olduğunu öğrenmeleri, risk
almaları lazım. Finansın esası budur. Karar
alacaksın, riski öğreneceksin ve bu konularda
uzmanlaşacaksın. “Just do it” olayı.
9/ www.sfinance.org
edebilecek üretim yapısına sahip değildi. O zamandan bu yana üretim ithalattan karşılanmaya başlandı. İthalat
düşük döviz kuruyla bir arada olunca bizim cari açığımız patladı. Bizim bununla ilgili baya ciddi
çalışmalarımız var.
Son olarak finans alanında uzmanlaĢmak isteyen öğrencilere ne gibi önerilerde bulunmak istersiniz?
Öncelikle riskin ne olduğunu öğrenmeleri, risk almaları gerekir. Finansın esası budur. Karar alacaksın, riski
öğreneceksin ve bu konularda uzmanlaşacaksın. “Just do it” olayı.
Röportajı Gerçekleştirenler: Gözde Özer, Melih Akyurt.
w
10/ www.sfinance.org
Wall Street‟in Kar‟lı Yolları
Wall Street borsa
simsarlarının kokaine,
nam-ı diğer kar‟a,
düşkünlükleri adeta bu ünlü borsa merkeziyle özdeşleşmiş
durumda. Eski Nasdaq başkanı
Bernie Madoff, Bear Stearns CEO‟su
Jimmy Cayne, uzun yıllar Llyods için
çalışan Trevor Collenette ve
Broadcom'un eski CEO'su Henry T.
Nicholas III kokain skandallarıyla
dünya medyasında en çok ses
getirmiş isimlerden yalnızca birkaçı.
Arkadaşlarından Phil Cohen‟e
Bromo.
-Seltzer (ağrıları dindirmek için kullanılan bir çeşit
antasid) şişesini gösterip, “Sence bu şişenin içinde
ne var?” diye sorduğunu, “Tabiî ki Bromo-Seltzer”
yanıtını aldığını ve bunun üzerine de gülerek “
Hayır. Tabiî ki şişenin içinde kokain var” diyerek
karşılık verdiğini birçok medya organı
yayınlamıştı. Aynı şekilde 2007 yılında Trevor
Collenette‟in yatındaki gizli bir fiber glas bölmede
15 milyar dolarlık kokainin yakalanması da büyük
bir ses getirmiş, fakat Collenette “ İnanın kimin
koyduğundan haberim yok.” diyerek bu haberi
yalanlamıştı. Bernie Madoff ise Collenette‟in
aksine 1970‟lerden beri Harlem‟e uyuşturucu
transferi yaptığını kabul etmişti. Kokain
konusunda en dürüst davranan ise, kuşkusuz,
Broadcom anlaşmalarından birini yüksek dozun
etkisindeyken yaptığını itiraf eden Henry T.
Nicholas III idi.
Medyada yalnızca borsa simsarlarının kokain
bağımlılığı değil, Wall Street‟ten sadece 0.21 mil
uzaklıkta bulunan ve simsarların mesai bitimindeki
uğrak yeri olan T.G.I Friday‟s adlı restoranda 200$
karşılığında peçeteye sarılı şekilde kokain servis
edilmesi de büyük yankı uyandırmıştı. Medyada
geniş yankı uyandıran bu haberin akabinde yıllarca
öne sürülen iddialar hakkında yorum yapmaktan
kaçınan mekanın en sadık müşteri kitlesini hala
Wall Street simsarları oluşturuyor.
Hırslı, güçlü ve hayatını para kazanmaya adamış
kişilerden oluşan bu topluluğun büyük bir kısmının
kokain bağımlısı olması bir tesadüf mü yoksa
bilimsel bir gerçeğe dayandırılabilir mi?
Yapılan araştırmalar, durumun tesadüften oldukça
uzak olduğunu ortaya koyar nitelikte. Cambridge
Üniversitesi‟nden Profesör Trevor Robbins yaptığı
araştırmaların sonucunda risk almanın, para
kazanmanın ve kokainin beyindeki haz ve
ödüllendirme gibi davranışlara aracılık eden, aynı
zamanda bireylerin davranışlarını yönlendiren
ödüllendirme sistemini uyardığını kanıtlamıştır.
Kokain kullanımının, riskli eylemlerde bulunmanın
ve para kazanımının beyindeki dopamin seviyesini
yükselttiğini, dolayısıyla bireylerin kendini daha iyi
hissederek, beyinlerindeki ödüllendirme sisteminden
“Daha fazlasını iste.” komutunu aldıklarını da bu
araştırmanın sonucunda ortaya koymuştur. Bir başka
deyişle, yatırımdan elde edilebilecek kar potansiyeli
yatırım yapma güdüsünü tetikleyen salgıları harekete
geçirir. Yatırımdan elde edinilmesi muhtemel olan
karı beyin ödül olarak algıladığından ödül sistemi
uyarılır. Tıpkı hazzı tetikleyen uyuşturucuların
kullanımında, keyif veren lezzetli yemeklerin
tüketiminde ve risk barındıran eylemlerde
bulunulduğunda olduğu gibi beyin dopamin hormonu
salgılamaya başlar. Salgılanan dopamin hormonu
bireyin kendisini daha enerjik, mutlu ve güvende
hissetmesini sağlar. Dopamin seviyesinin
yükseldikçe, beyin ödül sisteminin daha çok
uyarılmasını, dopamin seviyesinin daha da artmasını
ve aynı pozitif etkilerin artarak devam etmesini ister.
Kısacası, az önce de sözünü ettiğimiz gibi beyin daha
fazlasını ister.
Ödül sistemi uyarıldığında, yani yatırımcı
kazandığında, beyin daha fazlasını ister. Peki
istenilenin aksine, yatırımdan kar elde edilemezse ne
olur? Yatırımdan kaynaklanan maddi kayıpların
11/ www.sfinance.org
sonuncunda beyindeki, mutluluk hormonu olarak da bilinen, seratonin hormonu seviyesi azalır. Seratonin
hormonunun azalması bireyin kendisini depresif hissetmesine, duygusal çöküntüler yaşamasına ve davranış
bozuklukları sergilemesine yol açar. Seratonin seviyesinin düşmesinden kaynaklanan anksiyete ve
depresyonun sonucunda yatırımcının biyolojik korunma mekanizması devreye girmek ve riskli yatırım
kararları alınmasının önüne geçmek ister. Fakat yatırımcılar dürtülerine hakim olamamanın sonucunda kar elde
etmek için ya daha değişik yatırım stratejileri izlerler ya da çılgınca kar elde edebilecekleri diğer yatırımların
peşine düşerler. Ne yazık ki Kahneman ve Tversky‟nin 1992 yılında yaptıkları çalışmanın sonucunda öne
sürdükleri gibi yatırımlardan kaynaklanan kayıpların yaşattığı duygusal çöküşün şiddeti, yatırımların getirdiği
karın pozitif etkilerinden iki kat daha şiddetli hissedilir. Muhtemel maddi kayıp durumunda da yaşanan bu
çöküşün etkilerini azaltmak için yatırımcılar dopamine ihtiyaç duyarlar ve bir kez daha çareyi kokainde ya da
ödül sistemini uyaran diğer uyarıcılarda ararlar.
16 Ağustos 2009 yılında, Christine Dell‟Amore‟un National Geographic‟te yayınlanan yazısında
Massachusetts Üniversitesi‟nde yapılan ilginç bir araştırma sonucuna yer verilmiştir. 2007 yılında yapılacak
olan bu araştırma için Brezilya, Kanada, ABD, Çin ve Japonya‟dan banknot örnekleri toplanmış ve bu değişik
para birimine mensup banknotların üzerindeki kokain kalıntısı olup olmadığı araştırılmıştır. Araştırma oldukça
çarpıcı bir şekilde sonuçlanmış ve ABD banknotlarının %90‟ının üzerinde kokain kalıntılarına rastlanmıştır.
ABD banknotları barındırdıkları kokain oranıyla ilk sıraya yerleşirken, Japonya ve Çin banknotlarının en az
kokain barındıran banknotlar oldukları sonucu elde edilmiştir. ABD banknotlarına birinciliği getiren bu oranda
şüphesiz ki Wall Street simsarlarının ve dopamin bağımlısı yatırımcılarının da payı vardır.
C. Ferguson‟un imzasını taşıyan Inside Job belgeselinde de değinildiği gibi kokainin Wall Street‟teki tarihi en
az paranınki kadar köklüdür ve kokain en az para kadar Wall Street ile özdeşleşmiş durumdadır. Araştırmalarla
da desteklendiği üzere bu durum bir tesadüften ziyade bilimsel bir gerçekliktir ve bu ikilinin heyecanlı ilişkisi
şüphesiz ki daha birçok film, belgesel ve araştırmaya konu olacaktır.
Birce Dobrucalı Uluslararası Ticaret ve Finansman 3. Sınıf
İzmir/ Bergama
Bankacılık sektörü de dâhil olmak
üzere, çeĢitli sektörlerde yöneticilik
deneyiminiz olduğunu biliyoruz. Eğitim
hayatınızdan baĢlayarak bize kariyer
sürecinizden bahseder misiniz?
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi İşletme Bölümünden mezun
oldum. Aynı bölümde masterımı, Dokuz
Eylül Üniversitesi İşletme Bölümünde
de doktoramı yaptım. Siyasal Bilgiler
Fakültesini bitirdikten sonra, müfettiş
yardımcısı olarak Garanti Bankası Teftiş
Kurulu‟na girdim. Çalışma hayatım,
İstanbul‟da başladı. 3.yılın sonunda
İzmir Çimentaş‟tan (İzmir çimento
fabrikaları) bir teklif aldım ve İzmir‟e
geldim. 5 yıl boyunca burada mali işler
yöneticiliği yaptım. Daha sonra Yaşar
Holding‟e girdim. Orada da sırasıyla
genel müdür yardımcılığı, boya ve
kimya grubunun mali işler grup
koordinatörlüğünü yaptım. Aşağı yukarı
orada da 5 yıl çalıştım ve 2000 yılında
CMS‟ye geldim. O tarihlerde şirketin
yaklaşık 40 milyon dolar cirosu vardı.
Şuanda 350milyon dolar cirosu var.12
yıldır buradayım ve 12 yıldır da CMS
sürekli büyüyen bir şirket.
Onun dışında eğitim, hayatım boyunca
devam etti. Kellogg Business School‟da
Advanced Executive programına
katıldım. Wharton Business School ve
Harvard Business School‟da eğitim
aldım. Bunlar işletme alanında dünyanın
en iyi 3 okuludur. Benim için akademik
hayatla, iş hayatı beraber devam etti.
Okuma ve yazmayı bırakmadım. Sürekli
bir bilimsel yaklaşımın peşinde koştum.
İşime de yaradı tabi. Şuanda da CMS
grubunun CEO‟su olarak çalışıyorum.
Aynı zamanda grup şirketlerinde ve Ege
sanayi iş adamları derneğinde yönetim
kurulu üyesiyim. Bunun yanında da
İstanbul‟da Kurumsal yönetim
derneğinde ve Capital dergisinde CEO
CLUB üyeliğim var. Kısacası kariyerim
boyunca bankacılık, çimento, kimyasal
gübre, boya ve alüminyum jant gibi
değişik sektörlerde çalıştığımı
söyleyebilirim.
Dokuz Eylül Üniversitesinde katıldığınız insan kaynakları
zirvesinde, son dönemde dünyanın önde gelen iĢ adamları
arasında yapılan anketlerde, iĢ dünyasının en önemli
eksiğinin „yetenek‟ olduğuna değinmiĢtiniz. Sizce bir
yöneticide bulunması gereken önemli yetenekler nelerdir?
Geleceğin yönetici adaylarına bu konuda tavsiyeleriniz
nelerdir?
Yetenekli insan normal bir işi alıp yapan kişi değil, aldığı işi
sıçratarak belirli bir yere getirendir. Aslında yönetici olmak her
yerde mümkün, asıl zor olan bir işi alıp sıçratmaktır. Yeteneğin
tabiri odur. Yoksa sıradan bir yöneticiden, ya da herhangi bir
kişiden bahsedilmiyor. Aldığı işi sıçratarak bir yere getiren,
inovatif hale getiren insanlardan bahsediliyor. Tabi
inovasyonun olabilmesi için de yöneticide bulunması gereken
belirli özellikler var. Birincisi bilgi, ikincisi tecrübe, üçüncüsü
de tutkudur. Üçünden biri yoksa yenilik yok demektir. Mesela
Edison‟u düşünün. Elektriği nasıl keşfetti? İşin içinde bilgi var,
teknik tarafını biliyor ve tecrübe etmiş. 2000‟e yakın denemesi
olmuş, hep yanlış yapmış ama sonunda bulmuş. Bu işe
duyduğu tutku sayesinde vazgeçmemiş. Eğer vazgeçip başka
bir işe yönelmiş olsaydı, o zaman herhangi bir yenilikten
bahsedemezdik. Mesela Steve Jobs niye farklı? Bilgiye sahip,
kafayı bu işe çok takmış, deniyor ve hayatını bu işe adayacak
kadar tutkulu. Dolayısıyla üçü birbirini destekleyen, sinerji
yaratan „soft skill‟ dediğimiz özellikler bir arada olacak ki,
yönetici yetenekli olacak. Mesela düşünün; çok bilgilisiniz
ama enerjiniz yok. Sabah uyandığınızda kim deneyecek bunları
diyorsanız, orada inovasyonun söz konusu olması biraz zor.
Üçünün bir arada olması gerekir.
Bazıları öyledir. Çok bilgilidir, ama adamı bir türlü
çalıştıramazsın; çünkü enerjisi yoktur. Enerjiniz ve tutkunuz
olacak ki yaptığınız işi sürekli hale getirebilin. Yoksa bir süre
sonra vazgeçerseniz başarı gelmez.
www.sfinance.org 12/
CMS CEO‟su Ünal Kocaman
Bunun yanı sıra benim yöneticilerden beklediğim en
önemli özelliklerden biri cesarettir. Sürekli kendini
yenilemesi, tek bir özelliğin üzerinde durup,
kariyerini sadece o yönde geliştirmemesi gerekiyor.
Bir tane özelliğe çok fazla kendini bağlayıp, hep
onunla kendini taahhüt etmesi doğru değil.
Çeşitlendirebilmeli bakış açısını. Onun dışında
esneklik gerekli bir özellik. Ofsaytta düşmeyecek,
hizalanacak. Kötü yönetici, ofsaytta sık düşen
yöneticidir. Öğrenci de olsanız, yöneticide olsanız
değişen şartlara göre hizalanmayı bileceksiniz.
Aileniz içinde aynı şey geçerli. Onların bakışına,
değerlerine, geleceğe yönelik beklentilerine
uymadığınız zaman ofsaytta düşersiniz. Mesela
örneklemek gerekirse çiçekler de fotosentez için
güneşe göre hizalanıyorlar. Yine iyi futbolcular
içinde durum aynı. Hem topa, hem rakibe, hem kendi
takım arkadaşlarına göre hizalanırlar. Baktığınız
zaman iş hayatı da bundan farklı değildir. Kendi
takım arkadaşlarınıza ve müşterilerinize göre
hizalanacaksınız.
Adaylar için tavsiyem; sürekli kendilerini
geliştirmeleri. Sadece bir yetenek üzerinde
durmamalarıdır. Matematiği çok iyi bilmek yetmez.
Türkçeden de birazcık, edebiyattan da birazcık,
sosyolojiden de birazcık bilmek gerekir. Zaman
zaman ilgi alanlarınızı çeşitlendirip,
değiştirebilmelisiniz. Yine spor yapmak çok
önemlidir. Kendinize, fiziğinize dikkat etmeniz,
kilonuzu korumanız gerekir. İlk önce kendimizi
yönetebilmeliyiz ki, iş hayatında iyi bir yönetici
olabilelim. Ben önce ona bakarım yani. Kendi
duygularımızı, bedenimizi yönetebilirsek iyi bir
yönetici adayı olabiliriz. Hastalık ve hormonsal
şeyleri saymıyorum. Özellikle siz gençler için
söylüyorum; vücudunuzu, ruhunuzu, aklınızı ve
sağlığınızı iyi yönetebileceksiniz ki karşı taraf size
baktığında, bu bizim işi de yönetebilir diyebilsin. Bir
eksiklik olursa o zaman ne diyecek? Kendi kilosunu
yönetemiyor, spor yapmıyor, sigara içiyor, yani
iradesi yok demektir. İrade, işte lazım; çünkü öz
disiplin işe de yansıyor.
2010 yılında CMS, Toyota tarafından en kaliteli
tedarikçi firma olarak seçildi. Bu baĢarınızı neye
bağlıyorsunuz?
Sadece Toyota‟dan değil, aşağı yukarı bütün
müşterilerimizden ödül aldık. En kaliteli ve en
verimli tedarikçi firma ödüllerini almaya devam
ediyoruz. Temel etkenlerden birisi de CMS‟nin
müşteriyi çok iyi anlamış olması. Müşteriyi iyi
anlayıp, ona göre hizalanması. Organizasyonunu,
insanlarını ve teknolojisini müşterinin beklentilerine
göre hizalaması. İyi insanlarla çalışması; sizin gibi
genç ve akıllı çocuklarla çalışıyoruz. Türkiye‟nin
en iyi okullarında okumuş arkadaşlar burada
çalışıyor. Aynı zamanda burası bir okul gibidir.
Onları eğitiyoruz da.
Otomobil sektörü; dünyaya açık, dinamik bir
sektördür. Buradaki arkadaşlarımızın hepsi
dünyayla iletişim kurabilecek becerilerde. Ama
şunu da unutmamak gerek; şirketler sadece teknik
yetkinlikleriyle başarılı olmuyor. Bir ekibin nasıl
yönetildiği de önemli. Teknolojiyi nasıl
kullandığınız önemli. CMS‟de teknoloji, insanla
başlayıp biten bir şey. Teknolojiyi herkes
kullanabilir, asıl farkı; nasıl kullandığınız ortaya
koyar. Bazısı daha verimli, bazısı daha az verimli
bir şekilde kullanabilir. Burada da insan kaynakları
devreye giriyor. CMS‟de insana ciddi bir yatırım
anlayışı var. ARGE merkezimiz var. Aşağı yukarı
70 kişi çalışıyor. Türkiye‟nin en iyi okullarından
mezun olmuş seçkin öğrencileri işe almaya
çalışıyoruz. Burada beraber yaratma, beraber
çalışma, işi eğlenceli bir hale getirme duygusu var.
O yüzden keyifli bir şekilde müşterilere hizmet
etmeye çalışıyoruz. Başarının sırrı da o. Kurucu
başkanı rahmetli Tonguç bey de bunlara çok önem
veren bir adamdı. Onun oluşturduğu ilkelerin
devamlılığı, yeni kuşaklar tarafından da sağlandığı
için başarı devam ediyor. Bir de aile de burada
önemli. Ösen ailesi mütevazı, işiyle kendini tanıtan
bir aile. Kurumsallaşmış bir şirket var ortada. Tabi
bu da yine başarı için önemli bir etken.
Türkiye‟de pazar lideri, Avrupa‟da ise ilk on
Ģirketin içerisinde olan CMS, üretiminin %85'ini
ihraç edilen ara mallar ile gerçekleĢtirmektedir.
Kurdaki artıĢ ihracatçıyı nasıl etkiliyor?
Genel olarak kurdaki artış, ihracatçıyı olumlu
yönde etkiliyor. Ancak, kurun çok sık değişmesi,
belirsizliklere sebep olduğu için projeksiyon
yapmanızı engelliyor. Dolayısıyla kurların
artmasını isteriz ama çok dalgalanmasını
istemeyiz.
Plan yapabilmek için de geleceği azda olsa
öngörmek lazım. Ama önümüzdeki dönem kaotik
bir dönem olacak, o yüzden de bunları çok fazla
tartışmaya gerek olmadığını düşünüyorum.
Otomotiv sektörü 2012 yılı için 2011‟e göre hedef
küçültmüĢtür. Bu durumun firmanızı nasıl
etkileyeceğini düĢünüyorsunuz?
Kriz döneminde Avrupa‟da ki birçok otomobil yan
sanayi ve jant üreticisi sektörden çekilmek zorunda
kaldı. Hatta bu üreticilerin bazılarından,
www.sfinance.org 13/
makinelerini satın aldık. Avrupa‟daki firmalar
krize kötü yakalandılar ve ellerindeki makineleri
satmak zorunda kaldılar. Ama biz kendimizi
sektörün durumuna göre hizalamıştık, yani
ofsaytta yakalanmadık. Şuan da Avrupa‟da
alüminyum jantta bir arz noksanı var ve Avrupa‟da
da alüminyum jant üreticisi yok, olanların da
birçoğu battı. Satışlarımızın büyük bölümü
Avrupa‟ya olduğundan bu durum bizi pek
etkilemedi.
Ġzmir Ekonomi Üniversitesi öğrencilerine
yapmıĢ olduğunuz konuĢmada, mobilitenin
Ģirketlerin iĢe alım sürecindeki en önemli
kriterlerinden biri olduğundan söz etmiĢtiniz.
Bunun dıĢında iĢe alım kriterleriniz nelerdir? Bu konuyla ilgili öncelikle mobilitenin önemini
vurgulamak istiyorum. Çünkü farklı kültürler,
farklı yaşlar, yani farklı jenerasyonlar bir arada
yaşayacaklar. Artık önümüzdeki dönemde, başarılı
çalışanların en önemli özelliği çok kültürlülük
olacak. Ben bu yeni jenerasyona „hyper
connected‟ diyorum yani aynı anda her şeye bağlı;
bilgisayara, televizyona, telefona, arkadaşına,
annesine, babasına. Bizim jenerasyonumuz işine
daha çok yoğunlaşmış, daha disiplinli çalışabilen
bir jenerasyondu. Çünkü bizim dönemimizde
ayrım yapmamız gereken çok fazla alternatif yoktu
ve ona göre eğitilmiştik. Yeni dönemde, bu
farklılıkları yönetebilen yöneticiler başarılı olacak.
Benzerlikleri yönetmek kolaydır. Önemli olan
kontrolü kaybetmeden, bu farklılıkları amaca
doğru hizalamaktır. Bununla birlikte önümüzdeki
dönemde network, yani ilişkiler iş hayatında
önemli rol oynayacak, dolayısıyla da herkesle
iletişim içerisinde olabilen, diplomat yöneticilerin
önemi artacak.
Son olarak, öğrencilere ve okuyucularımıza
mesajınız nedir?
elecek kaotik, belirsizliğin çok yoğun olduğu bir
dönem olacak. Belirsizliğin olduğu her yerde uzun
vadeli stratejiler kadar; kısa vadeli, taktiksel
yaklaşımlar da önemli olacak. Esneklik ve
hizalanmak sihirli sözcükler haline gelecek. Uzun
vadede hizalanmak kolaydır ama kısa vadede çok
enerjik olmanız lazım. Müşteriyi iyi takip etmeniz
gerek. Yetenekli insan konusu gündeme gelecek,
ama yetenek diye de şunu düşünmeyelim; bir
görevi yapabilecek temel niteliklere sahip insanlar
değil, bir işi alıp sıçratabilecek insanlardan
bahsediyorum. Sizin de kendinizi ona göre
hazırlamanız gerekir. Bence bilgi, deneyim ve
tutku bir insanda olması gereken en önemli
özellikler. O yüzden sevdiğiniz, yapmak
istediğiniz şeylerde bu üç unsurun olup olmadığına
bakmanızı tavsiye ediyorum.
www.sfinance.org 14/
BÜCKE DENĠZ MENTEġE-ÜNAL KOCAMAN-BĠRCE DOBRUCALI
HALĠME BAYER-MEHMET AKHALĠL-TOLGA DENĠZ
Mehmet Akhalil ile Finansal Piyasalar
Bize kariyer sürecinizden ve Oyak Yatırım‟ın
yapısından, iĢleyiĢinizden kısaca bahseder
misiniz?
Orta Doğu Teknik Üniversitesi İşletme Bölümü
1994 mezunuyum. Şu an çalıştığım sektör ile o
dönemki hedeflerim arasında ciddi farklar var
aslında. Bunun nedenlerini de çok kısaca şöyle
açıklayabilirim: Ben 1994 senesinde, 5 Nisan
kararları ve Tansu Çiller hükümeti derken global
yapıdan uzak, ağır bir ekonomik kriz ve bunalımın
içinde mezun oldum. Hatta 5 Nisan kararları
yüksek oranda bir devalüasyonla sonuçlandı. Bu
istihdam piyasasını da oldukça ciddi etkiledi.
Bizim 1994 yazında yaşadığımız bu sıkıntıyı
kimsenin yaşadığını görmedim. Hatta çok basit bir
örnek vereyim: İzmir‟deki çok büyük bir holding
ODTÜ İşletme ve Ekonomi Bölümü‟nde okuyan
İzmirli öğrencileri istihdam etmek için çok büyük
bir çaba sarf ederdi, siz İzmirlisiniz, gelin şehrinize
katkıda bulunun, bizim holdingimizde çalışın
diyerek. O dönem o holding bile eleman
almayacağını deklare etti. Birkaç tane, özellikle
finans alanında geçerli olan sınavları kazandım.
Çok istediğim bir, iki firma vardı. O sırada çoklu
bir yarışmada son ikiye kalarak oradaki istihdam
imkânını da kaybettikten sonra askere gitmek
istedim. Askerlik görevimi yaptıktan sonra butik
bir aracı kurum olan, şu anda Türkiye‟deki
sermaye piyasalarının geldiği noktada ciddi bir pay
sahibi olduğuna inandığım, Ata Yatırım Menkul
Değerler‟in İzmir şubesine müracaat ettim ve
borsa serüveni de öylece başlamış oldu. Sermaye
piyasaları yatırım danışmanlığı, portföy
yöneticiliği ne şekilde isimlendirirsek
isimlendirelim, soranlara kısaca borsacıyım
diyorum. Bu sektör de işe başlamamın böyle
tesadüfi bir etkisi var. 2003 senesinden beri de
Oyak Yatırım Menkul Değerler‟de çalışıyorum.
2007 senesinden beri de İzmir şubesi‟nin
müdürlüğünü yapıyorum.
Oyak Yatırım hakkında çok kısa bir bilgi vereyim.
Oyak Grubuna ait 3 finansman şirketinden bir
tanesi Oyak Yatırım. Oyak‟ı şöyle anlatabilirim;
Ordu Yardımlaşma Kurumu‟nun, anayasanın özel
maddesiyle kurulmuş olan bir tür emekli sandığı
var, subay ve astsubayların maaşlarından bir
kesinti yapılmak suretiyle biriken fonların
değerlendirildiği bir portföy yönetim şirketi.
Aslında emeklilik fonu şirketidir. Fakat zaman
içerisinde burada çok ciddi meblağlar birikmiş.
Dolayısıyla Türk Silahlı Kuvvetleri‟nin de
misyonu ve vizyonu çok farklı olduğundan,
ekonomiden bağımsız olarak bu fonun, emeklilik
portföyünün yönetimi piyasa profesyonellerine
terk edilmiş. Finans alanında Oyak Bank, Oyak
Yatırım ve Aksa Oyak Sigorta A.Ş. vardı. Aksa
Oyak‟ı yabancı ortağımıza devrettik. Oyak
Bank‟ta bildiğiniz gibi 2006 yılı sonunda
Hollandalı ING Bank Grubu‟na satıldı. Oyak
Bank‟ın satışından elde edilen gelirle Ereğli Demir
ve Çelik Fabrikaları ve İskenderun Demir Çelik
Fabrikaları satın alındı. Bu şekilde faaliyetlerimize
devam ediyoruz. Peki, Oyak Yatırım ne yapar?
Oyak Yatırım Sermaye Piyasası Kanunu‟na tabi
aracılık hizmetlerinde bulunan bir aracı kuruluştur.
Bizim A tipi diye tabir ettiğimiz bir aracı
kuruluştur. Her türlü sermaye piyasaları aracılık
faaliyetini yapmaktayız. Bunun içinde; İstanbul
Menkul Kıymetler Borsası piyasalarının hazine
bonosu tahvil piyasalarında, hisse senedi
piyasalarında, vadeli işlem ve opsiyon borsasının
her türlü ürünlerinde ve Varantlarda işlem yapmak
yer alıyor. Bunlara ek olarak bunların
türevlerinden oluşturulmuş yatırım fonlarını
kurmak ve yönetmek, portföy yönetimi işlemleri
yapmak da faaliyetlerimiz arasında yer alıyor.
Kurumsal olarak da şirket evlilikleri, ayrışmaları
ve birleşmeleri, stratejik ortaklık ve halka arz gibi
daha makro ve kurumsal işler yapmaktayız.
Şirketimizin genel iş kolları bunlardır. Genel
müdürlükte çalışan arkadaşlarımızın tabiriyle iki
şapkamız var; biri müşteriyi bulmak, ikincisi de
bulduğumuz müşteriye bu ürünleri pazarlamak.
ÇalıĢma hayatınız için Ġzmir‟i seçmenizin özel
bir sebebi var mı?
16/ www.sfinance.org
Çalışma hayatım için İzmir‟i seçmemin
başlangıçta özel bir sebebi yok. İkincisi bu bir
hataydı. Bunu bir kenara not edin. Kriz vardı ve
seçenekler zaten azdı. Bir de insan maalesef
kendine uygun mesleği zaman içerisinde anlıyor,
yani okurken ya da mezun olduğunuz esnada o
görüşmelere girip çıkarken bu öyle çok da
anlaşılmıyor. Açıkçası İzmir‟de çalışmamın ilk
sebebi; işi zaten İzmir‟de bulmuş olmamdı. Ama
zaman içerisinde bu işi İstanbul‟da yapabilme
şansına sahip oldum. Hem yetişme tarzımdan, hem
insan ilişkilerindeki ve mesleki başarılarımdan
zaman zaman çalıştığım müessesede gel genel
müdürlüğe burada çalış dedikleri oldu. Ama
zaman içerisinde İzmir‟e alıştık, İzmir‟in rahat
havasına alıştık, İzmir‟e göre gelir düzeyimiz biraz
yükseldi ve hemen yakınlarımızdaki yazlık
mekânlar gibi, insanı aldatan ilizyonlara kandık.
Aslında insanların parasıyla uğraşmak çok zor, bir
bakıma dipsiz bir kuyu. Bilinmezleri o kadar çok
ki, hâkim olmak gerçekten çok zor. Eldeki verileri
çok kısa bir zaman içerisinde, tamamen akılcı bir
süzgeçten geçirip, anında bir rasyonel karar
vermeniz gerekiyor ve ertesi gün bilinmeyen bir
dünyaya uyanabiliyorsunuz. Yatıyorsunuz, sabah
bir kalkıyorsunuz Japonya‟da deprem olmuş,
arkasından da tsunami alarmı verilmiş. Ben ne
yapayım diyemiyorsunuz. Bunu yapabilmek için
iki şey gerekiyor; birincisi özgüven. Ben özgüvene
sahip bir insanım demek, ben bir sürü kararı alırım
değil, on tane karar aldıysam sekiz tanesini doğru
bir şekilde alırım demek. On tane karar alma
yetkiniz var da bunun yedi-sekiz tanesinin yanlış
olması durumunda daha fazla yaşayamazsınız yani
bu mesleği de sürdüremezsiniz. Ama dediğim gibi
sorunun aslı şu; İzmir‟i seçmemde özel bir sebep
yok, İzmir‟de kalmamda bir takım özel sebepler
var ve bu sebeplerin tamamını, kariyerime geri
dönüp baktığım zaman hatalı olarak görüyorum.
Genç arkadaşlarımın tamamına özellikle finans
alanında çalışacaksanız İstanbul‟u öneriyorum.
Nedeni İstanbul bir finans merkezi ve suyun
başında olmakta her zaman fayda vardır.
ĠMKB‟nin yeni baĢkanı Merkez Bankası kökenli
Ġbrahim Turhan Bey ve ĠMKB‟nin değiĢen yapısı
ile ilgili olarak öngörüleriniz nelerdir?
ĠMKB‟deki iĢlem hacmini arttırmak için
yapılması gereken düzenlemeler ve yenilikler
neler olabilir?
Kıymetler Borsası‟na bağlı çalışanlar Bu soru
kanayan bir yara aslında. Biz Türkiye‟de İstanbul
Menkul olarak, pazar payımızı büyütemiyoruz.
Örnek vermek gerekirse, Türkiye‟nin nüfusunu
ortalama 70 milyon olarak kabul edelim.
Genç bir nüfusa sahip olduğumuzdan doğal olarak
tarımsalı ayıralım, yani ekonomiye doğrudan ya da
dolaylı olarak katkıda bulunan kişi sayısını da 20
milyonla sınırlandıralım. Bunun içerisinde asgari
ücret ile çalışan da olsun, dünyada ilk yüze
girebilecek zenginlikteki insanlar ve iş adamları da
olsun. Şimdi bakın ortalama 20 milyon gibi bir
rakam çıkardık, hadi bunu biraz elimine edelim; 10
milyona düşürelim, en kötü ihtimal Türkiye
nüfusunu 7‟de 1‟e indiriyoruz. İstanbul Menkul
Kıymetler Borsası‟nda açık hesap sayısı ise 2.5
milyon. Açık hesaplara sıfır bakiyeli hesaplar da
dâhil. Aktif hesap sayısı ise sadece 500 bin
civarında. Bu 500 bin içerisine senin A,B ve C
kurumundaki hesaplarında dâhil, onları da elimine
edersen 250 bin kişiye varıyoruz. Makro çapta
güzel yorumlar IMKB‟ye geldiği anda da 180 km
hızla duvara çarpmış bir araba etkisiyle
karşılaşılıyor. Bizim yapmamız gereken ilk olarak
bu pastayı büyütmek. Bu mümkün; fakat geçmişe
dönüp bir dizi düzenleme yapılması gerekiyor.
Türkiye 2000‟li yıllar krizini yaşarken, bu krizde
Türkiye‟nin yaklaşık 40‟a yakın bankası iflas etti
veya devlete devredildi. Bu bankalar ve bu
bankaların iştirakleri, aynı zamanda çok sayıda
şirket borsada işlem görüyordu. İstanbul Menkul
Kıymetler Borsası, Sermaye Piyasaları Kurulunun
kararıyla, „tahta kapatmak‟ diye tabir edilen bir
yapıya dönüştü ve işleme kapatıldı. Bir sürü küçük
hissedarın hisse senetleri orada kaldı, yani
sıfırlandı. Dolayısıyla o dönemde küskünler
ordusu yaratıldı. Öncelikli olarak İMKB‟nin bu
hukuki problemi çözmesi lazım; çünkü bir hisse
senedi yatırımcısının default riski vardır. Yeni
İMKB başkanının öncelikle bu konuya bir el
atması gerektiğini düşünüyorum, yani yatırımcıyı
borsayla barıştırmak olarak nitelendirebileceğim
bir misyon üstlenmesi gerektiği kanısındayım.
Türkiye‟de türev ürünlerle ilgili tek borsanın
(Vadeli ĠĢlemler ve Opsiyon Borsası) Ġzmir‟de yer
almasının bölge için avantajları nelerdir? Ayrıca
önümüzdeki günlerde iĢleme girecek opsiyonların
Amerikan tipi olması gündemde. Bu durum sizce
Türk toplumunun piyasaları spekülatif amaçlı
kullandığının bir göstergesi midir?
Bu da önemli sorulardan bir tanesidir. Vadeli
İşlemler ve Opsiyon Borsası‟nın İzmir‟de
kuruluşunun temel nedeni; emtialarla ilgili
Opsiyon Borsası‟nın İzmir‟de kuruluşu İzmir‟de
işlemlerin aslında zaten İzmir Ticaret Borsası‟nda
yapılıyor olması. Dolayısıyla Vadeli İşlem ve
işlemlerin tarihiyle tamamen örtüşüyor. Peki,
bölgeye bir fayda getirdi mi? Bu soruya maalesef
www.sfinance.org 17/
çok iyi ve sempatik bir cevap veremeyeceğim.
Çünkü paylaşılamamasından ötürü, bir kargaşa
meydana getirdi. Bir grup tarafından İstanbul
Menkul Kıymetler Borsası bünyesine bağlı olarak,
İstanbul‟da kuruluşu talep ediliyor. Tabi biz
İzmirliler olarak, İzmir‟de kalmasından yanayız.
Dolayısıyla bu çatışma halen devam eden bir
çatışma. Bir sürü ürünün, yeni kontratın piyasalara
girişini son derece geciktirip, negatif yönde etkiledi.
Bu çatışma kimseye bir fayda getirmedi. İkincisi
işlemci bir insan olarak, yani bir trader olarak asla
amacına uygun bir şekilde kullanıldığına
rastlamadım. VOB dediğimiz Vadeli İşlem ve
Opsiyon Borsası‟nın, işleme başladığı 2006-2007
yılından bu yana çoğunlukla yabancı yatırımcının
elinde spekülasyona son derece açık, hedge
dediğimiz asıl amacı korunma mekanizmalarından
bağımsız olarak kullanıldığını çok sık görüyoruz.
Fakat tabi bu borsanın suçu değil, onu o şekilde
kullananların seçtiği bir yol. Maalesef spekülatif
tarafı, „hedge‟ dediğimiz korunma amaçlı işlemler
tarafının çok çok daha üstünde. O noktada da
oldukça ciddi yatırımcı Kayıplarına yol açan 2-3
yıllık bir geçmişi var. Dolayısıyla önümüzdeki
dönem işleme girecek opsiyonların, ya da artacak
varant sözleşmelerinin yani yeni oluşturulacak türev
ürünlerinin sağlıklı bir şekilde piyasanın hizmetinde
olabilmesi için; bizim önce kişisel olarak bunu bir
spekülasyon malzemesinden çıkarıp, gerçekten
akılcı bir yatırım aracı olarak kullanmayı
öğrenmemiz gerek. İkincisi kural koyucuların yani
regülâtörlerin ve otoritelerin de bu piyasanın sağlıklı
işlemesi için gerekli her türlü tedbiri alması gerek.
Aslında tek problem maalesef sığlık ki o da
spekülasyonu getirir. Bu şu demek; çok katılımcının
olduğu bir borsada, kolay kolay spekülasyon
yapamazsınız. Spekülasyon maddi de bir gücü
gerektiriyor, ama katılımcı sayısı ve hacim az ise
belirgin bir meblağ ile her türlü spekülasyonu
yapabilirsiniz. Bugün günümüzde İstanbul Menkul
Kıymetler Borsası‟nda çokça rastladığımız gibi.
Dolayısıyla opsiyonların; Avrupa ve Amerika tipi
olmasından ziyade, bütün ürünlerin, içeriği ne olursa
olsun, sağlıklı bir zeminde işlem görüp, amacına
hizmet eden şekilde yapılması gerekiyor.
Günümüzde gündem çok hızlı değiĢiyor. Bilgiye
ulaĢmak da oldukça zorlaĢtı. Veriler deyim size
çarpıp geçiyor, çoğunu göremiyorsunuz bile. Bu
yüzden de piyasada çok hızlı karar vermek
gerekiyor. Bu doğrultuda „algoritmik trade‟ son
günlerde adından çokça söz ettirmeye baĢladı.
Farklı modellerin alım satımlarda yatırımcılara
çok kazandıracağını düĢünüyor musunuz?
Cevap veriyorum, hayır. Yatırım işi, matematik işi
değildir. Yatırım işi, biraz öngörü ve önsezi işidir.
Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim; ben bu
piyasada iyi traderların, lise mezunu olduğunu
gördüm. Algoritmik alım-satım, türev ya da integral
hesaplı alım-satım modellemelerinin tamamı elbette
ki birtakım teorilerden ortaya çıkıyor. Ancak
bunların zaman zaman çalışmaması gibi, komik
sonuçlarını da görüyorsunuz. Yatırım öncelikle bir
zamanlama işidir, para işidir ve belirli bir genel
kültür işidir. Bu genel kültürün içinde matematiksel
modellemeler de finansal modellemeler de yok. O
işin teorik kısmı. Bir şeyi fark ediyor musunuz
bilmiyorum. Dünyada yaşanan kriz, şimdilerde
Avrupa‟da- dünya‟da mali ve ekonomik sistemlerin
yavaş yavaş çöktüğü ve bittiği bir noktaya
gelindiğini gösteriyor. Bunun temelindeki sebep
aslında sanal dünyanın kendisi. Bu şu demek: Çok
sevdiğim bir hocamın bana söylediği gibi “üretime
gitmeyen para, çukura gider.” Bu modellerde
bahsettiğimiz yapılanmaya bakınız;
özellikle1990‟lardan sonra sermaye piyasalarına
hâkim olan mühendis zihniyetli, ya da mühendis
kökenli finansçıların yarattığı kaldıraçlar, türevler
yani az bir hisse, para bazıyla çoklu kaldıraçlı işlem
yapmanın yarattığı şey dünyanın sonu. 2008 krizinde
100.000 dolara alınan evin ipotek kâğıdı türev
piyasalarda 1,5 milyon dolara, üzerine yazılan CDS
ve sigortalar hariç, trade edilmeye başladı. Bakınız
alt tarafı 100.000 dolarlık bir şey. İşte bu olmayan
parayla bir şey yapılmaz. Yatırım bir felsefe içerir.
O da en basit anlamda şudur: Yatırım
harcamalarınızdan tasarrufa ayırdığınız rakamın,
zamanla paranın değerini yitirmemesi amacıyla
değerlendirilmesini amaçlayan bir modeldir. Bunun
için zaman vardır, fırsatlar vardır, piyasalar vardır
piyasaların gelişimi vardır. Bunu görürsünüz ve ne
hedeflediğinizi ortaya koyarsınız. Yatırım çok basit
bir iştir aslında. Sermaye piyasası kanunu, bize
önemli bir tebliğ yayımlamıştır: Müşteriyi tanıma
kuralı. Müşteri karşımıza gelir ve bir birikimi vardır.
100 TL diyelim. Müşteri der ki: „Ben bu 100 TL‟nin
değerlendirilmesini istiyorum.‟ Bu da çok doğal bir
taleptir. Bunu yaptıktan sonra onunla konuşmak
gerekir. Risk algısı nedir? Ne kadar risk alabilir?
Conservative bir yapıya mı sahip, hırslı ve girişken
bir yapıya mı sahip? Bu paranın ondaki ifadesi
www.sfinance.org 18/
nedir? Biz emekli olup, emekli ikramiyesini
buraya getiren insanları görüyoruz. Dolayısıyla bu
parayı; en sabit getirili ve en güvenli yatırım
aracından, risk ölçütü gittikçe artan yatırım
araçlarına doğru sıraladığınızda alabileceği
getirileri ortaya koyarsınız. Bunlar arasındaki
tercihi nedir, bunları saptarsınız. Bence burada en
önemli kavram “oransal olarak elde ettiğiniz
gelir.” Yatırımcıya şunu anlatmaya çalışıyorum:
100.000 TL var, 100.000 TL‟yi bankada tutarsan
en iyi ihtimalle ayda 1.000 TL alıyorsun (bu
söylediğim biraz izafi bir rakam). Eğer sen borsada
100.000 TL ile 1 ayda 1.500 TL bir getiri elde
ettiysen oransal olarak çok ciddi bir getiri elde
etmişsindir. Bunu bu şekilde kabul etmen lazım
diyorum. Fakat 100.000 TL de tek hedef 200.000
TL kazanmak olduğu için o 1500 TL lik getiride
yanlış bir algı var. Dolayısıyla dünya ekonomisi
olarak bu modellerin oldukça tartışıldığı çok ilginç
bir dönemden geçiyoruz. Demek istediğim asıl
olan üretimdir. Borsa mantığı çok barizdir. Siz bir
şirketin hisse senedini satın alırsınız. Şirketin hisse
senedini satın aldığınız zaman o para şirkete girer.
Şirket bu parayı yatırımlarında kullanır. Kendini
büyütür. Kendini büyütünce hisse senedinin değeri
artar. Böylece siz para kazanırsınız ve ekonomiye
ciddi ölçekte bir değer kazandırırsınız, istihdamı
ve yatırımları artırırsınız. Bugün A hisse
senedinden 10 TL lik alayım, yarın yükselirse
B‟ye satarım mantığıyla hareket ederseniz, hayat
sizin için zor olur. Bence bütün durum bundan
ibarettir.
Wall Street Journal gazetesi Türkiye‟de
enflasyonun son 3 ayda yükseldiğini ve bunun
sonucunda Türkiye'nin dünyanın en hızlı
büyüyen ekonomilerinden biri olup olmadığı
konusunda tartıĢmaların baĢlayabileceğini
belirtti. Sizin bu konudaki düĢünceleriniz
nelerdir?
Öncelikle Türkiye‟yi değerlendirmek için son 3
ayına bakmak gerekiyor, bu aşağı yukarı son 10
yılına bakılması gereken bir süreçtir. Türkiye‟de
enflasyon şu son 10-12 yıl içerisinde 60,70,80 ve
hatta 90lı rakamlardan tek haneye düştü. Bu 10-12
yıldaki düşüş ivmesi çok başarılı bir ekonomi
politikasının göstergesidir. Bahsettiğimiz rakamlar
son derece üst yapı rakamlarıdır; çünkü Türkiye‟de
faiz de %100 ler seviyesinden tek haneli seviyelere
inmiştir ki, bu da çok önemli bir diğer rasyonel
göstergedir. Başka ekonomik büyüklüklere de
bakmak gerekir; gelir dağılımı eşit olarak mıdır,
vergi sistemi adaletli midir, bu büyümeden herkes
kendi oranındaki payı alabilmiş midir? İşte bunlar
biraz tartışmalı. Türkiye gelir dağılımının çok
dengesiz olduğu bir ülke olduğundan dolayı,
ekonomik anlamda baktığınızda çok iyi görünen
oranların; aslında çok üst yapı oranları olduğunu
ve alt yapıya çok yansımadığını, çok amiyane bir
tabirle sokaktaki insana çok rastlamadığını, oraya
19/ www.sfinance.org
kadar ulaşamadığını görebiliyoruz. Dolayısıyla
ekonomi her zaman için tartışılan bir konu
olmuştur; fakat ölçütler hep bu makroekonomik
veriler üzerinden yapıldığından oraya baktığımızda
bir başarı hikâyesi görmemiz mümkün. Türkiye‟de
enflasyon son 3 yılda ciddi miktarda tek haneli
rakamlara indi; fakat son 3 ayda bu yılın da
etkileriyle bir yükselme trendine girdi ve en son
açıklanan Aralık ayı enflasyonuyla tekrar çift
haneye ulaştık. Nedenleri konjektürel; Türkiye‟nin
içinden kaynaklanan nedenler olduğu gibi dışsal
nedenlere de bağlanabilir. Geçtiğimiz krizlerden
çok farklı olarak, kendisini fazlaca hissettirmeden
gelmiş ağır bir Avrupa, Euro bölgesi krizi
yaşıyoruz. Euro bölgesi krizinin çok önemli
etkilerinden bir tanesi olarak Euro‟daki değer
kaybı ve Dolar‟daki artış düşünülebilir. Dünyada
bir Dolarizasyon var. Amerika‟nın Ağustos
sonunda aldığı kararların da bunda etkisi var tabi,
kimse parasının değerli olmasını istemiyor; çünkü
değerli para ihracatı son derece etkileyen bir
yapıya sahiptir. Dünyada parasal dengeler böyle
hızlı değişirken, yaşanan belli bir takım etkiler
petrol fiyatları üzerinde de baskı yaratmaya
başlıyor. Enflasyondaki artışın temel
nedenlerinden bir tanesi de budur. Türkiye‟nin
mücadele etmesi gereken ciddi bir cari açık
problemi var. Türkiye kazandığı her 100 birim
paranın 50-55 ini kendisi kazanıyor, 45-50 sini
göreceli olarak dışarıdan borçlanarak yürütebiliyor
ve maalesef üreten yapısı tüketen yapısına göre
çok daha az. Cari açık da, bu dengesizlikten
kaynaklanan önemli bir faktörür. Diğer bir yandan
faizlerin düşük olması insanları harcamaya sevk
ediyor. Çok rahat bir şekilde kredi
bulabiliyorsunuz ki Türkiye çok önemli bir pazar
ve insanların bir bölümünün alım gücü de oldukça
yüksek. Dolayısıyla Türkiye lüks ithal
otomobillere, lüks kullanım cihazlarına çok ciddi
para harcayan bir ülkedir. Geçenlerde bana cep
telefonlarıyla ilgili bir istatistik söylediler,
şaşırdım kaldım. Yaklaşık yıllık 3-4 milyar dolar
cep telefonu ithalatına para ödüyoruz. Aslında
normal bir rakam; çünkü yurtdışındaki bir
vatandaşın, herhangi bir cep telefonunu çok uzun
süre kullanarak hayatını yaşadığını görüyorsunuz;
ama iş Türkiye‟ye gelince sonuç biraz
farklılaşıyor. Demek istediğim harcama yapısı da
enflasyon arttırıcı bir etken olarak karşımıza
çıkıyor. Merkez bankasının yaz başında başlattığı
cari açıkla mücadele kapsamında uyguladığı
sıkılaştırma politikalarının da, enflasyonu arttırıcı
etkisi var elbette. Türkiye, dünyanın hızla büyüyen
bir kaç ülkesinden bir tanesidir. Aslında başarılı
ve örnek alınan bir model de oldu; ama her
ekonomik büyüme belli bir dönemden sonra farklı
makroekonomik sorunları (enflasyon ve kur
baskısı gibi) beraberinde getireceğinden kontrollü
olunmak gerekir.
2012 Yatırım Stratejileri Toplantısı‟nda
bahsedilen küresel risk iĢtahının azalmasının
kısa vadede kur, faiz ve borsa üzerinde baskı
yaratmaya devam edeceğini düĢünürsek, bir hisse
senedine yatırım yaparken nelere dikkat
etmeliyiz?
Hisse senedi yatırımı benim sattığım finansal
ürünlerin en önemli kısmını içeriyor. Bir hisse
senedinin fiyatını etkileyen birden fazla faktör var.
Normal koşullar altında, hisse senedi yatırımı
büyüme eğilimindeki sektörlerde yer alan, mali
yapısı güçlü, hedefi ve stratejileri olan ve sağlam
bir yapıya sahip şirketlerin hisse senetlerinin
alımıyla gerçekleştirilen bir yatırım. Fakat siz satın
aldıktan sonra, hisse senedinin fiyatını birkaç şey
etkilemeye başlıyor. İlk etken şirketin kendi
politikaları; şirketin büyüme ve küçülme
politikaları, farklı alanlara açılma politikaları,
birleşme politikaları her şey düşünülebilir bu
anlamda... İkinci etkense; sektörle ilgili olan
şeyler: O şirketin ekonomik faaliyette bulunduğu
sektörü etkileyecek olumlu ya da olumsuz
hükümet tarafından gelen vergi artışları, vergi
teşvikleri, yeni açılımlar, projeler (enerji
sektöründe olduğu gibi). Üçüncüsü, ülkenin
ekonomik yapısıdır. Bir ülkenin ekonomik yapısı
büyüme trendindeyse, işler iyiye gidiyorsa, faizde
yani borsanın alternatif yatırım araçlarında bir
düşme varsa hisse senedinizin fiyatı bundan
olumlu etkileniyor. Fakat küresel riskler dediğimiz
bundan 10 yıl önce biz borsaya başladığımız
dönemde, hiç aklımızın ucunda bile olmayan
şeyler de artık hisse senedinin fiyatını bir anda
etkileyebiliyor. Japonya örneğini verdim az önce.
Ülkedeki siyasi değişiklikler, karar alıcıların,
siyasilerin farklı karar mekanizmalarına
yönelmeleri, seçim ortamları, komşularınızla
yaşanan problemler bunların hepsi o piramidin en
üstünden alta kadar giderek sizi önemli miktarda
etkileyebiliyor. Dolayısıyla hakikaten hisse senedi
yatırımı çok karışık bir iş haline gelmeye başladı.
20/ www.sfinance.org
Eskiden bu kadar değildi; ama normalde hisse
senedi yatırımı en bariz anlamda hisse senedi
piyasasının argosuna uygun olarak yapılır. Çok iyi
bilindiği üzere, hisse senedi herkesin çok aldığı
dönemde alınan bir enstrüman olmamalıdır.
Herkesin sattığı, hisse senedinden kaçtığı -bu
dönemlerde olduğu gibi- dönemde alınan orta uzun
vadeli (orta uzun vade kavramı hep sorulur; bu
bazen 1 ay olur bazen 1 yıl olur.) iyi bir hisse
senedi iyi bir yatırım demektir. Fakat konjonktür
de çok önemlidir; bu küresel risk iştahındaki
azalma hisse senetlerinde de kaçışı beraberinde
getirir ve o kaçışta bir alım yaptığınızda işlerin
düzelmesini beklemeniz gerekir ki işler, bugünden
yarına çok kolay düzelmez. Özetle; temel felsefe
alma zamanlamasının çok iyi ayarlanmasına, hisse
senedinin göreceli olarak fiyatının düşük
kaldığının düşünüldüğü dönemlerde veya hisse
senetleri piyasasının ileriye doğru bir
potansiyelinin olduğunun işaret edildiği
dönemlerde alım yapılmasına dayanmaktadır. Tabi
ki hisse senedi: yatırımı iyi seçilmiş, mali yapısı
güçlü, kar payı dağıtma potansiyeli ve repütasyonu
iyi olan bir şirketten hisse senedi satın almak
suretiyle çok verimli ve iyi bir yatırım aracıdır.
Asla kumar değildir. Bunu kumar haline getirenler
insanların zihniyetidir.
Portföy yönetimi alanında uzmanlaĢmak isteyen
öğrencilere ne gibi tavsiyelerde bulunmak
istersiniz? Oyak Yatırım‟da staj yapmak isteyen
kiĢiler için Ģirketinizdeki staj imkânlarından
biraz bahseder misiniz?
Öncelikle staj prosedürel tarafı nedeniyle son
yıllarda şirketler tarafından çok tercih edilmeyen
bir uygulama olmaya başladı. Stajyer bir arkadaşı
istihdam ettiğinizde bir takım hukuki şartnamelerin
yerine getirilmesi gerekiyor. Bizim de staj
uygulamamız var; fakat bunu çok iyi bir
değerlendirme yaparak ve insan kaynakları
departmanımızla koordineli bir şekilde başvuruları
değerlendirerek gerçekleştiriyoruz. Dolayısıyla
böyle bir imkânınız var. Okulların kapalı olduğu
dönemde öğrenciler özgeçmişleriyle birlikte
gelirse, en azından yol gösterici ve yardımcı
olmaya çalışırız.
Portföy yönetimiyse, şu ana kadar kariyerle ilgili
bir sürü bahislerde bulundum; bunlardan
bahsederken bardağın biraz boş tarafından bakarak
yorumlar yaptım; ama şimdi biraz da dolu
tarafından bakalım… İlk olarak şunu söylemeliyim
ki zor ve riskli bir iş. Ayrıca stresi oldukça bol bir
iştir. Dolayısıyla bu işi yapacak olan arkadaşların
özgüven sahibi olmaları ve stresle iç içe yaşamaya
hazırlıklı olmaları gerekmektedir. Diğer önemli
nokta ise, çok kısa zamanda rasyonel kararların etkili
ve etkin bir şekilde, soğukkanlılıkla alınabilmesi
gerekliliğidir. Üstelik bu alınan kararları yatırımcıyla
paylaşırken çok iyi kişisel iletişim kurmaları da
gerekir. Bunlar kişinin kişisel özelliklerinde olması
gerekenler. Bunun yanında görsel formasyonlar da
var. Sosyal hayatı çok iyi bilen, o hayatın içindeki
gerçekleri kavrayabilmiş insanlar, sosyal
aktivitelerde bolca bulunabilecek, genel bilgi ve
genel kültür düzeyi yüksek kişiler olması gerekir.
İşin mesleki tarafına baktığımızda ise 2002 yılından
bu yana Sermaye Piyasası Kurulu lisanslama getirdi;
bunu otomobil almak için ehliyet almaya
benzetebiliriz ki bu belge de bu piyasada çalışmak
için oldukça gerekli bir belgedir. Bu olayın daha çok
teknik kısmıdır. Bunun yanı sıra mesleğin
gerektirdiği her türlü teknik finansman bilgisi,
muhasebesel bilgiler, vergisel bilgiler gibi akademik
alt yapıya da sahip olmanız gerekiyor. İşin bu tarafı
biraz kâğıt üstünde olmasına rağmen, zaman içinde
mesleğe başlamakla beraber bunları pratiğiyle
örtüştürüyorsunuz. Bunun yanı sıra, son 10 yılda
ortaya çıkan bir şey; ufkunuzun çok geniş olması,
dünyada olup bitene karşı duyarlı olmanız da çok
önemli. Dediğim gibi o dipsiz kuyudan yola çıkarsak
çok sayıda bilgiye ulaşabilecek kadar sanal dünyaya
hâkim olmanız, haberlere, gelişmelere vakıf
olmanız, dünya ekonomik, siyasi, politik olaylara da
hâkim olmanız gerekiyor. Eskiden bu yoktu; şimdi
21/ www.sfinance.org
yıl mayıs-haziran ayında internetten buraya
arkadaşlar müracaat ederler. Sınavlarda
mülakatlarla 10-12 kişilik bir grup seçilir ve
ardında 5-6 ay süren şirket içi çok ciddi ve
hakikaten pahalı eğitimlere tabi tutulur. Son olarak
da bu arkadaşlar yönetici olarak yetiştirilmek üzere
istihdam edilir. Bu işin güzel ve önemli giriş
kapılarından biridir. Ben ilk mesleğe
başladığımda, biraz alaylı mektepli ayırımı vardı;
ama şimdi artık olay tamamen farklı. Bizim
mesleğe başlayacak olanlardan artık yüksek lisans
isteniyor, dil isteniyor, internet ve bilgisayar
kullanımından bahsetmiyorum bile. Tabi ki bu alt
yapıyı oluşturmak daha çok aileleri ilgilendiren
ciddi bir maliyet ve birikim gerektiriyor. Sizinde
zihnen derslerinize kafa yorarak altına girdiğiniz
bir maliyet bu. Karşılığını ise mesleğin ilk
yıllarında değil; ama sonraki yıllarda becerinize ve
insan ilişkilerindeki başarınıza bağlı olarak
alabiliyorsunuz. Tabi bu biraz da çevrenizdeki iş
imkânlarıyla da doğru orantılı, o yüzden hep
İstanbul örneğini veriyoruz.
Son olarak şunu söylemeliyim ki fiyatınızı
kendiniz belirlersiniz. Ne kadar çok sayıda insanla
pozitif ilişkiler kurabildiyseniz, portföyünüzü
büyütebildiyseniz, o insanlara bir katkıda
bulunabildiyseniz bir şekilde bir repütasyonunuz
yayılıyor, farklı şirketlerden teklif alıyorsunuz ve
bünyenizi de bu şekilde genişletebiliyorsunuz.
Aslında bu alan kendinize yaptığınız yatırımın en
yoğun olduğu iş kollarından birisidir.
ise bir sabah uyandığınızda geçenlerde olduğu
gibi Macaristan'ın iç borçlarını çevirmesiyle ilgili
AB ve IMF kaynaklarına başvuracağını açıklaması
sizin burada aldığınız pozisyonu direk etkiler hale
geliyor. Dolayısıyla dış dünyayı, dış medyayı takip
etmek de ayrı bir önem kazanıyor. Kriz
dönemlerinde sabah 4:00-4:30 da kalkıp
Bloomberg‟ten ya da CNBC-E'den yurtdışı
piyasalarındaki genel ahval ve şeraiti izlediğimi ve
bu yüzden de saat 7:30-8:00 gibi ofise geldiğimi
çok bilirim. Demek istediğim portföy
yönetimindeki açılım gittikçe çok komplike
olmaya ve donanımlı bir eleman istihdamı
gerektirmeye başladı.
Buraya kadar her şey güzel; fakat kötü yanları da
var elbette. Portföy yöneticileri New York'ta,
Londra'da oldukça saygın mesleklerden birisi
olarak kabul edilir. Yüksek gelir grubuna sahip
insanlardır. Hiç bahsetmedik ve bahsetmeyi de
sevmiyorum; ama bu da bir rasyonel gerçek
olduğu için konuşmakta sakınca görmüyorum;
benim işim genellikle İzmir‟de gelir düzeyi yüksek
bir iş adamıyla, dolayısıyla işimi yapabilmek için
benim o insanlarla iletişimde olmam lazım. Çünkü
o insanlar benim müşteri kitlem. Onlarla, onların
yaşadığı ortam, hayat ve platformlarda bir araya
gelebiliyoruz. Bu nedenle portföy yöneticileri
dünyada yüksek gelir düzeyine sahip. Türkiye de
ise durum biraz farklı. Bu yüzden mesleğin ilk
yılları yeni başlayan arkadaşlara pek cazip
gelmeyebiliyor. Bizim MT programımız var. Her
Kariyer kulübünün öyküsü Kurucusu Murat Barboros‟un anlatımıyla SAYFA 44‟DE
22/ www.sfinance.org
I mortgage crisis, but there was
something different which turned into
nightmare of the Americans. Yes, the
rumors were absolutely right, CDOs,
which are derivative instruments,
played a key role. In this article
definition of a CDO will be made,
reason of their creation and their affects
on 2008 crisis will be explained.
24/ www.sfinance.org
CDO‟s role on 2008 crisis (The Worst Product Ever Seen)
What is a CDO? As we mentioned before CDOs played an essential
role on 2008 crisis. CDOs are known as a type of
structured asset-backed securities (ABS) with
multiple “tranches” which are issued by special
purpose entities like investment banks. If it is
necessary to explain what an ABS is, we can say that
an asset-backed security is a security whose value
and income payments are derived from and
collateralized (or "backed") by a specified pool of
underlying assets. And a group of small and illiquid
assets that are unable to be sold individually are
gathered around to create an asset-backed security.
CDOs are collateralized by debt obligations including
bonds and loans. Moreover, the different degree of
risk and returns are represented by the trenches of the
CDOs. And investors can demand the CDOs that they
wish by considering their expectations and their
expected risks level.
In the year 2000, the mortgages which are long term
assets for the banks located in the USA were gathered
around to create CDOs. These securities, which are
derived from the mortgages consisted of 5% of the all
CDOs for the beginning of 2000 in the USA, but then
it reached 36% of all. These CDOs were trenched by
considering the different risk levels of the mortgages.
Actually one of the biggest problem had been
occurred while they were classifying the CDOs
according to their risk levels (risk for CDOs is
defined as a probability of failure of the borrower on
paying the debt back to the lender), since the credit
agencies were not behave ethical. However we are
going to deal with this topic later when we discuss the
effects of the CDOs for 2008 crisis. Lets go back to
the our topic. Bankers derived CDOs from the
mortgage credits. They divided them into different
trenches which are called as super seniors (the safest
one), mezzanines (safer), and equities (the riskiest
one, unsecured) which were derived from subprime
mortgages. The safest ones which are super seniors
were retained by the banks, and the equities which
are consisted of highest risk level mortgages called
subprime mortgages were retained by the hedge
funds, since the hedge funds are risk taker and
always the higher return is on their mind. In other
words, the CDOs which are formed by gathering
around the subprime mortgages offer highest return,
anyhow hedge funds search for that. The mezzanine
mortgages were again divided in to three trenches
which are super seniors, mezzanines, and equities
according to their risk levels. And the process
repeats and repeats it self. It‟s understandable that
the CDOs which are the part of different trenches
had different level of percentage return, since they
had different level of risk for not to pay back. The
CDOs which are super seniors (sr secured) provided
7% interest for the investors, the mezzanines
provided 9%, and unsecured CDOs provided 12%
interest for the investors.
There are different types of CDOs such as CLOs
(collateralized loan obligations), CBOs
(collateralized bond obligations), CSOs
(collateralized synthetic obligations), and CMOs
(collateralized mortgage obligations). Consequently,
for the CDOs, we can say that they are the derivative
instrument derived from the long term assets such as
loans and bonds. These are the tools or vehicles for
the bankers which are created cleverly to make
higher profit. And cdos are also called asset backed
securities as we said before which are so complex to
understand and invest on. This complexity of the
CDOs affected the economy and financial system
kuyudan yola çıkarsak çok sayıda bilgiye ulaşabilecek kadar sanal dünyaya hâkim olmanız, haberlere, gelişmelere vakıf olmanız, dünya ekonomik, siyasi, politik olaylara da hâkim olmanız gerekiyor. Eskiden bu yoktu; şimdi ise bir sabah uyandığınızda geçenlerde olduğu gibi Macaristan'ın iç borçlarını çevirmesiyle ilgili AB ve IMF kaynaklarına başvuracağını açıklaması sizin burada aldığınız pozisyonu direk etkiler hale geliyor. Dolayısıyla dış dünyayı, dış medyayı takip etmek de ayrı bir önem kazanıyor. Kriz dönemlerinde sabah 4:00-4:30 da kalkıp Bloomberg’ten ya da CNBC-E'den yurtdışı piyasalarındaki genel ahval ve şeraiti izlediğimi ve bu yüzden de saat 7:30-8:00 gibi ofise geldiğimi çok bilirim. Demek istediğim portföy yönetimindeki açılım gittikçe çok komplike olmaya ve donanımlı bir eleman istihdamı gerektirmeye başladı.
Buraya kadar her şey güzel fakat kötü yanları
da var elbette. Portföy yöneticileri New York'ta,
Londra'da oldukça saygın mesleklerden birisi
olarak kabul edilir. Yüksek gelir grubuna sahip
insanlardır. Hiç bahsetmedik ve bahsetmeyi de
sevmiyorum ama bu da bir rasyonel gerçek olduğu
için konuşmakta sakınca görmüyorum; benim işim
genellikle İzmir‟de gelir düzeyi yüksek bir iş
adamıyla, dolayısıyla işimi yapabilmek için benim
o insanlarla iletişimde olmam lazım. Çünkü o
insanlar benim müşteri kitlem. Onlarla, onların
yaşadığı ortam, hayat ve platformlarda bir araya
gelebiliyoruz. Bu nedenle portföy yöneticileri
dünyada yüksek gelir düzeyine sahip. Türkiye de
ise durum biraz farklı. Bu yüzden mesleğin ilk
yılları yeni başlayan arkadaşlara pek
n 2008 crisis the subprime
mortgages were a problematic
asset for the banks and they were
said to be the cause of the
(in this chart it is represented that the division of the cdos in to different trenches regarding to the different risk levels)
badly. Moreover, we are going to discuss these later on the third part of the article since these are essential as
we mentioned before. But now I continue with the topic of why they needed to create CDOs (Collateralized
Debt Obligations).
Why the CDOs were created
The bankers in the USA provided for the all
Americans to realize their dreams which are to have
a house by offering a credit called mortgage. There
was nothing wrong with it from the beginning in
2000 to 2007 until the crisis happened. However the
mortgages had long maturities means they were long
term assets and the banks wanted to convert them to
short term liabilities, the process called
securitization. So we can say that the CDOs were
created.
Basically the reason for the creating a CDO is what I
mentioned above, but I am going to deal with it in
detailed. The originators, such as major investment
banks and other participants in the shadow banking
system, of the CDOs created them since they were
willing to sell the CDOs to investors and were
reflecting the greater profit margins from them.
Moreover they were successful until the 2008 crisis
since investment banking institutions and credit
agencies profit increased dramatically in the years
leading up to crisis. The 40 % of the credit rating
agencies revenues were from these CDOs.
Moreover, banks never want to hold illiquid assets
since they always want to gain more, they needed to
find a solution for the mortgages which are illiquid
to convert them in to a liabilities, and to transferred
them (along with related risk) to the investors. So
the clever originators created the CDOs which are
complex and hard to be understood by the investors.
Also, they benefited from the deregulation of the
market.
How the CDO Affected the 2008 Crisis
In 2008 crisis the CDO played a key role since the
mortgages were problematic assets which could be
overcome if just they were occurred. However,
originators created the CDOs which are complex and
these made mortgages the nightmare of the USA. It
was so closed that the hall financial system collapses
in the USA.
The problem has started from the subprime
mortgages. The mortgage system in the USA was a
trouble since the rationing of the mortgages was
made so bad. There was no regulation and even the
credits were known that it‟s going to be debt from
the beginning, the credit agencies rated these as
secured and safety and the banks provide these
credits to their customers. However the real problem
25/ www.sfinance.org
CDOs can be created as long as global investors are willing to provide the money for
purchase the pool of bonds. The chart which is represented above we can see the CDO bubble
in 2007 and the burst of the bubble. Moreover by looking at the amounts which are shown in
the left column we can understand how much they were derived. (Derivative instrument never
be used for the speculative).
M. Melih Akyurt Uluslararası Ticaret ve Finansman
was the CDOs which are derived from these
subprime mortgages and these were used
speculatively. The CDOs were too complex so the
investors couldn‟t understand them very well; they
couldn‟t measure their level of risk properly. As we
know these were directly related with the mortgages.
If any problem occurred in the mortgages, it was
clear that the CDOs were going to be harmed
Simpler systems cope better with extreme and
sudden events than highly complex ones - they can
adapt faster and are less fragile. However in the
USA the situation was vice versa. The complexity of
the CDOs‟ was mixed with the uncertainty of the
market and the fragility occurred. Fragility can
caused a collapse of the financial systems. We saw
that one more time in the 2008 mortgage crisis in the
USA. The president of the Fed in that time in the
USA who was the Ben Bernanke and the Secretary
of the Treasury who was Henry Paulson decided to
bail out the banks junk bonds which consist of
CDOs, mortgages.
In conclusion, if the CDOs were never being created
maybe the crisis wouldn‟t be as harmful as it was.
The CDOs multiplied the effect of the subprime
mortgages 10 times maybe the more then 10 times.
That is why these must have been regulated by the
government but they did not so the USA paid for the
2008 crisis.
26/ www.sfinance.org
Hasan Fehmi Baklacı ile gündeme özel
İzmir Ekonomi Üniversitesi Uluslararası Ticaret ve
Finansman bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Hasan
Fehmi baklacı ile öğrenim hayatı, iş tecrübeleri ve
ekonomi gündemini şu ara meşgul eden konular olmak
üzere çok geniş bir yelpazede konuşma fırsatı
yakaladık.
Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?
1991 yılında ODTÜ işletmeden mezun oldum. Daha
sonra uluslararası denetim firmasında (Deloiite)
çalıştım. Yüksek lisansımı Amerika‟da Universal
Center Florida Üniversitesinde tamamladım. 1994
yılında Dokuz Eylül Üniversitesi İngilizce İşletme
Fakültesinde asistan olarak mesleki hayatıma
başladım. Bir müddet çalıştıktan sonra istifa edip,
Texas üniversitesine geçtim. Texas‟da Finans üzerine
doktoramı yaptım. 2003 yılının sonunda da İzmir
Ekonomi Üniversitesine geldim. O yıldan beri burada
Uluslararası Ticaret ve Finansman bölümünde
çalışıyorum. Şuanda Doçent pozisyonundayım ve
2012 Aralığında da bir aksilik çıkmazsa
Profesörlüğüm gelmiş olacak.
İlk geldiğim sene, Salihli Ticaret Odasından bir proje
için danışmanlık teklif edilmişti. Bölümümüz öğretim
üyelerinden Hülya Tütek, şuanda profesör, bölüm
başkanı ve bir grupla birlikte orada danışmanlık
yapmıştık. Şuanda İzmir Ticaret Odasının, daha
olgunlaşma aşamasında olan ihracatçı birliğiyle
birlikte, küçük ve orta boy işletmelerin ihracatta
rekabetçi yapısını iyileştirmek adına ortak bir projesi
var. Bu proje başlarsa, orada yer alacağız. Ayrıca
bölüm başkanımız Cengiz Erol Hocamız ve bir grupla
birlikte bankacılık üzerine birkaç projemiz daha var.
Yakın bir zamanda bankacılıkla ilgili, TÜBİTAK
projesine başvurmayı düşünüyoruz. Bütün bunların
yanı sıra lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri
verdim. Gülin Hocanın, Gökçe Hocanın ve Berna
Hocanın doktora jürilerinde hem danışman, hem jüri
üyesi olarak yer aldım.
Ġlk kariyerinize denetim Ģirketinde baĢladınız.
ġuanda hocalarımız olsun, sektörde çalıĢanlar olsun
denetim Ģirketlerinde baĢlamanın, bizler için iyi
olabileceğini söylüyorlar. Herkes denetim Ģirketlerini
geçiĢ olarak görüyor. Bu konuda ne
düĢünüyorsunuz?
Kesinlikle öyle... Eğer bir denetim şirketinde
çalışmaya başlarsanız, orada kademe kademe
yükselirsiniz. İlk başta onlarında çırak olarak
adlandırdığı bir pozisyonda başlıyorsunuz, sonra
yönetici oluyorsunuz, çok yükselirseniz de ortak
oluyorsunuz. Tabi bu aşamalar zaman gerektiren
şeyler. Başladığınız noktadan itibaren, yaptığınız iş
boyunca şirketlere gidip denetleme yapıyorsunuz.
Denetim sırasında şirketlerin bütün bilançosunu,
gelir tablosunu inceliyorsunuz; hatta defteri, günlük
dediğimiz kayıtlara kadar incelemeniz gerekiyor. O
zaman da şirketin A‟dan Z‟ye kadar mali yapısıyla
ilgili fikir sahibi oluyorsunuz. Dolayısıyla,
şirketlerde bir açık olduğunda özellikle denetim
şirketinde mali yani finansman ya da muhasebe
bölümlerinde giriş pozisyonunda değil de müdür,
yönetici pozisyonunda çalışmış olanları tercih
ediyorlar. Çünkü şirketi en iyi tanıyanlardan biri dış
denetimcilerdir. Hatta bazen iç denetimcilerden de
iyi tanımış oluyorlar. O yüzden eğer denetim
şirketinde çalışıyorsanız, size iyi bir transfer teklifi
gelebilir. Tabi bu şirketler bizim dönemimizde de
vardı ama her yerde şubeleri yoktu. Şimdi sizin en
büyük şansınız; bu şirketlerin her yerde bir şubesi
olmasıdır. Benim hatırladığım Deloitte „un İzmir
şubesi yoktu ya da çok yeni kurulmuştu. Şimdi
İzmir‟de Delloite‟un yanı sıra, diğer yabancı ve yerli
şirketler de mevcut. Denetim şirketleri kariyer için
büyük bir sıçrama tahtasıdır. Orada biraz sabretmek
gerekir. Mesela İnegölde demir döküm fabrikasına
gitmem gerekiyordu. Erkek olunca tek
gidebiliyorsunuz, bayanları pek tek başına
göndermiyorlar. 10.30da sözleşmiştik ama kar yağışı
nedeniyle İstanbul‟a adalar vapuruyla gitmek
zorunda kalmıştım, ancak 15.00‟da varmıştım ve
artık kapatmak üzereydiler. Sırf denetimci gelmeden
de stokları yazamıyorlar çünkü dış denetimcinin
mutlaka denetlemesi gerekir. Bir de orada stokları
eksik saymışlar, muhasebe müdürü de kendisini
28/ www.sfinance.org
muhasebenin Mozart‟ı olarak adlandıran bir
adamdı. Biraz tartışmalar oldu ama sonra iyi
ilişkimiz oldu orasıyla. Yani denetim işi çok kolay
bir iş değildir özellikle yıl sonlarında çok yoğun
olur. Stok sayımları yapılır, defterlerin tekrar
düzenlenmesi gerekir ama dediğim gibi denetim
şirketinde de kalsanız yükselebilirsiniz. Bir yandan
da başka bir denetim şirketine geçmek daha kolay
ve avantajlı olabiliyor.. Eğer denetim şirketinde
çalışmaya karar verdiyseniz biliyorsunuz
okulumuzda buna uygun sertifika programları da
vardır, o dersleri şimdiden almanızda avantajınız
var çünkü bazen şirketler ufak tefek sözlü
mülakatlar ya da yazılı da yapabiliyorlar. Bu
yüzden ön bilginizin olduğunu kanıtlamanızın
faydası olabilir. Benim tasfiyelerim bunlardır.
Kariyer söz konusu olduğunda ben derslerimde de
toplantılarda da yeri geldiğinde söyledim,
sigortacılık aslında birçok insanın ilgilenmediği
farklı gördüğü bir alandır. Ama sigortacılık
konusunda da Türkiye‟de bir takım yeni
düzenlemeler gelecek. O alana da yönelebilirsiniz.
Bankacılık aynı şekilde her zaman olduğu gibi
gündemde olan bir alandır. Bütün bunlara bölüm
olarak da profil olarak da uygun olduğunuz için
değerlendirmekte fayda olduğunu düşünüyorum.
Ayrıca kendi işinizi kurmaya karar verirseniz de
aynı avantaja sahipsiniz diyebiliriz. İl ticaret
konuları gündemde, yani illaki bir şirkette
çalışacağım gibi bir düşünceniz olmasın, kendi
işinizi kurmayı da düşünebilirsiniz. Denetim tabii
ki de muhasebe içerisinde iyi bir alan ama finans
sektöründe mesela sigortacılık bence kariyer
olarak düşünülebilecek bir alandır. Bunları da
düşünmenizde fayda var. VOB aynı şekilde,
biliyorsunuz VOB yeni atılımlar yapıyor. Mesela
opsiyon piyasalarının gelmesi gündemde. Yani bu
konuları da çalıştığınızda, risk yönetimi, opsiyon
piyasaları falan size ileride bir takım kapıları
açabilir diye düşünüyorum.
Kariyerden baĢlamıĢken, Amerika‟da yüksek
lisans yapmak isteyen arkadaĢlarımız için
tavsiyeleriniz nelerdir? Oradaki olanaklar
nelerdir?
Yüksek lisansta ya da doktorada tavsiyem aynı
üniversitede devam etmemenizdir. Mesela bu
üniversiteden mezun olduğunuzda, buraya kolay
girerim diyerek yüksek lisansınızı ve doktoranızı
burada yapmanızı tavsiye etmem. Neden? aynı
yapı, aynı hocalar. Yurt dışında yapmanız sizin
avantajınız olur çünkü kültür farkını
yaşayacaksınız. Türkiye‟deki eğitim kültürüyle
yurtdışındaki eğitim kültürü arasında çok fark
vardır. Amerika‟nın en büyük avantajı, bu alanda
en deneyimli ülke olmasıdır. Mozaik bir yapıya
sahiptir, Amerika‟da o kültürü yaşamak gerektiğini
düşünüyorum. Ben sadece eğitimin kalitesinden
bahsetmiyorum. Eğitimin kalitesi açısından
giderseniz görecekseniz ki, çok da büyük bir fark
yok. Ama bakış açısı farklı. Örnek vermek
gerekirse ben orada ders verdiğimde sınavlarda
kopya çeken öğrencileri Amerikalılar tespit edip
bana söylüyorlar; bunlar sessizce konuşup rahatsız
ediyorlar diyerek. Hepimiz biliyoruz ki
kültürümüzde kopya çekmek kolay not alma
yoludur. Öncellikle bunu görüyorsunuz. Biz
şimdiye kadar ne yapmışız şeklinde suratınıza bir
şamar gibi iniyor bu durum. Bazen ne kadar
anlamsız şeyler yaptığımızı fark ediyorsunuz.
Birde onların kopyaya bakış açısı sadece eğitim
anlamında değil, insani olarak da dürüst insan
olmak anlamında farklı. Dürüst olmak, kendi
çabanızı göstermek önemli zaten bunları
gösterdiğinizde karşılığını alıyorsunuz. Yani
bunlar işin en önemli artıları bunun dışında teknik
olarak Amerika‟da master yapmak için öncellikle
alanınızı çok iyi seçmelisiniz. Alanınızla ilgili
girmeniz gereken bir G-MAT, GRE gibi sınavlar
vardır. İngilizcenizin çok iyi olması gerekmektedir
çünkü orada sadece gidip okumuyorsunuz, aynı
zamanda yaşıyorsunuz ve bu yüzden İngilizceye
alışmanız gerekiyor. Ben ortaokulu TED‟de
okudum, sonra ODTÜ de okudum, İngilizcemin
belli bir seviyede olduğunu düşünmeme rağmen
Amerika‟da ilk günden taksicinin ne dediğini
anlayamamıştım. Çünkü öyle bir aksanda
konuşuyordu ki, öylece kalakalmıştık. Biz
arkadaşla sürekli yes diyorduk ama daha sonra ne
demek istediğini anladık. Arabayı durdurup ben
size yes no ile cevap verecek bir soru sormuyorum
nerden gideceğimi soruyorum dedi. Orada bazı
şeyleri görüyorsunuz. Hakikaten yurtdışında
yaşamak kolay bir iş değildir. Ama Amerika‟ya
kolay adapte olabilirsiniz. Çünkü Amerika‟ya her
taraftan insan geliyor. Avrupa ise daha farklıdır.
Avrupa gelen öğrenci yapısıyla biraz daha
kozmopolittir. O açıdan Amerika‟ya giderken,
Türk kültürünü burada bırakıp gitmeniz gerekir.
Oraya gittiğinizde ülkemi çok özeldim dur kebap
yiyim falan derseniz, Amerika‟ya alışamazsınız.
Ama bu her yer için böyledir. Ayrıca Amerika‟ya
giden öğrencilerin eğitim seviyeleri de daha
yüksektir. O yüzden, kendinizi hem geliştirmeniz
gerekir hem de biraz mücadele etmeniz gerekir.
Bunun dışında Amerika‟ya giderken ISCIS adında
(agretitasyon) veren bir kurum vardır. ISCIS„ın
onay verdiği üniversitelerin dışındaki
üniversitelere gitmenizi hiç tavsiye etmem, çünkü
29/ www.sfinance.org
döndüğünüzde diplomanızın YÖK tarafından
kabul edilmeme durumu vardır. Bu okullar
özellikle college ( Boston college gibi okullar
hariç) dediğimiz ya da communiti college
dediğimiz daha küçük okullardır ve buralardan
aldığınız diplomalar, sizin için döndüğünüzde çok
şey ifade etmeyebilir. Bir de Amerika‟daki
okullarda eyalet sistemi var. Mesela benim doktora
yaptığım Texas üniversite‟nin birden fazla
kampüsü vardı. Bir kampüse gittiğinizde diğer
kampüsün kütüphanesinden ya da veri tabanından
faydalanabiliyordunuz. Dolayısıyla küçük bir kolej
veya üniversiteye gitmektense, eyalet sistemi
içersindeki okullara( Teksas, Kaliforniya,
Newyork) gitmenizde fayda var. Çünkü o tür
okulların sağladıkları imkânlar da farklı oluyor.
Tabi bölge seçimi tamamen kişinin kendisine
bağlıdır. Eğer Amerikan kültürünü yaşamak
istiyorsanız, orta bölgelerdeki yerleri tercih
etmelisiniz, ancak bu bölgelerde de kendinizi
yalnız hissedebilirsiniz. Bir diğer seçenek olarak
bize daha yakın olan doğu veya batı kıyılarında,
yani yabancıların daha çok olduğu yerlerde
yaşamayı da düşünebilirsiniz. Ama tabi benim gibi
futbol seven birisi Amerika‟ya gittiğinde, belirli
şeylerden vazgeçmek zorunda kalıyor. Sonuçta
Amerikan futbolu da pek bizimkine benzemiyor. O
yüzden kültürünüzü geride bırakıp, başka bir
kültüre hazır bir şekilde gitmenizde fayda var.
Benim gözlemlediğim kadarıyla Amerika,
Avrupa‟dan daha iyi olanaklar sunuyor. Oraya
gittiğinizde burs veya asistanlık bulma şansınız
daha yüksek oluyor. Tabi gitmeden burs bulsanız
sizin için daha iyi olur, ama bulamasanız bile en
fazla 2 dönem içerisinde karşınıza asistanlık gibi
yeni imkânlar çıkabiliyor. Amerika‟nın böyle
avantajları var. Avrupa‟yı çok iyi bilmediğim için
fazla yorum yapmak istemiyorum, ama tabi
oranında kendine göre bir yapısı var. Yani genel
olarak tavsiyelerim bu şekilde diyebiliriz.
Mezun olur olmaz mı yüksek lisans yapmalıyız,
yoksa belirli bir sektörde iĢ tecrübesi edindikten
sonra mı yapmalıyız?
Yurtdışına da gitmek isteseniz, Türkiye‟de de
kalmak isteseniz mutlaka iş tecrübesi edinin.
Masterı lisans gibi düşünmeyin. Master, pratiğe
yönelik bir şey. Bir işte çalışıyor olmanız lazım.
Birde benim size tavsiyem; hiçbir şekilde
Türkiye‟de ya da yurtdışında MBA programına
başvurmayın. O sizin için çok anlamsız bir şey
olur; çünkü MBA programı bir nevi burada
gördüğünüz derslerin devamıdır. Zaten MBA
programı da; işletme ya da yönetim gibi
bölümlerden mezun olanlar için değil,
mühendisler ya da diğer alanlardan mezun olanlar
için tasarlanmıştır. O yüzden sizin dikkat etmeniz
gereken uzmanlık alanlarıdır. Mesela bankacılık
sektöründe çalışıyorsanız, ms: banking and finance
sizin için uygun olabilir. Yine aynı şekilde eğer
sigortacılık sektöründe çalışıyorsanız, ms: finance ya
da insurance sizin için uygun olacaktır. Eğer çok
alakasız bir alanda çalışıyorsanız da mesela lojistik
alanında çalışıyorsanız bankacılık sektöründe
yapılacak bir master da sizin için anlamsız olacaktır.
Kısacası iş tecrübesi, çalıştığınız yerde size hangi
master programının daha uygun olacağını anlamanız
için önemli. Zaten master programlarına da bakın, iş
tecrübesi artık aranan özelliklerden biri haline geldi.
Türkiye'nin bir numaralı gündem maddesi olan
dolar/tl kurundaki dalgalanma ve merkez
bankasının müdahaleleri hakkındaki fikirleriniz
nedir. ve ithalatçının ihracatçının farklı fikirler
belirttiği "ideal kur oranı" terimi hakkında ne
düĢünüyorsunuz eğer varsa çünkü ideal kur oranı
yoktur diyenlerde var bu oran ne olmalı?
Çok detaya inmeden şöyle açıklayayım; Merkez
bankası dolar tl kurunun çok fazla artmasını
istemiyor. Her ne kadar ihracatçı için bu birazcık
engel gibi gözükse de, dolar tl kuru bir sene
içerisinde yaklaşık %25-%30‟a yakın bir pirim
yaptı. Bu az da bir oran değil. Dolayısıyla daha fazla
artmasının yaratacağı bir takım sıkıntılar oluşacak.
Artmasının en büyük faydalarından biri ne peki?
Cari açık azalıyor, ama bunun yanında özellikle
bizim ekonomimiz dışa bağımlı olduğu için, bu
durum maliyetleri de arttırıyor. Yani iç piyasada
maliyetin üstünde dolar bazlı bir satış
gerçekleştirmek istediğinizde fiyatlar artıyor,
enflasyonist bir etki oluşuyor. Zaten enflasyonun
%10‟un üstüne çıkmasındaki sebeplerden biri de bu,
döviz kurundaki artış. Dolayısıyla merkez
bankasının temel amacı, enflasyonu
dizginleyebilmek olduğu için bu yaptığı dövize
doğrudan müdahalelerin ve döviz ihalelerinin
normal olduğunu düşünüyorum. Tabi siz bunu
alışkanlık haline getirirseniz, bu sefer insanlarda
beklenti yaratmaya başlarsınız. Bu beklenti nedir?
Kur belirli bir seviyenin üstüne çıkmayacak; çünkü
merkez bankası müdahale edecektir. Sonuçta ideal
kur kolay tespit edilen bir şey değil. Aynı zamanda
da mesela ithalatçı, ihracatçı için ideal olan bir kur,
üretici için ya da başka bir bankacı için de ideal
değildir. Türkiye‟de 2001 krizinden önce bu sabit
kur oranı uygulandı ve tutmadı, kriz yarattı. Eğer
insanların üzerinde bir beklenti yaratırsanız
ekonominin aktörleri de ona göre davranmaya
başlar. 2001 krizinden önce bankalar ne yaptı?
30/ www.sfinance.org
Nasıl olsa kur artmıyor diye, döviz cinsinden
borçlandılar. Biliyorlar ki kur riski yok, çok rahat
kar yapmaya başladılar. Dolayısıyla böle bir şeyi
tekrar uygulamaya ya da insanların kafasına
sokmaya çalışırsanız bu riskli bir şey olur. O
yüzden ideal kur oranı terimini sakıncalı
buluyorum. Fakat bir kur aralığı belirleyebilirsiniz.
Mesela „1.70 in altında olması sakıncalıdır, cari
açığı tetikler veya 2‟nin üstünde olması
sakıncalıdır, enflasyonist baskı
yaratır.‟diyebilirsiniz. Ama net rakamlar
belirlemeniz sakıncalı olur. Çünkü herkes ona göre
pozisyon almaya başlar ve bu pozisyonların
sonucunda da riskler oluşur. O risklerin telafi
edilmesi de çok kolay olmuyor. Bu yüzden
piyasanın kendi dinamikleri içerisinde hareket
etmesine izin vermek gerekir diye düşünüyorum.
Merkez Bankası BaĢkanı Erdem BaĢçı, yapmıĢ
olduğu açıklamada ''2012'de ABD dolarını TL
olarak yeneriz,bunu bir tarafa yazın'' dedi.Doları
doğrudan müdahale bombardımanına tutan
Merkez Bankası bu konjonktürü sağlayabilir
mi?Sizin bu konu hakkındaki görüĢleriniz
nelerdir?
Maalesef bu tek başına Merkez bankasının elinde
olan bir şey değil. Çünkü parite etkisi var. Her ne
kadar merkez bankası bunu bir takım
müdahalelerle kontrol altında tutmaya çalışsa da
dış piyasalardaki gelişmeler, doların daha fazla
artmasına ya da düşmesine sebep olabiliyor. Peki,
Merkez bankası neye güveniyor? Halen elinde
olan rezervlere güveniyor, o rezervleri
kullanabileceğini düşünüyor. Ama şu da
unutulmamalı ki; 2011 sonu gibi Türkiye‟den ciddi
bir para çıkışı oldu. Tekrar böyle bir şey
yaşandığında, merkez bankasının yapacağı
müdahaleler tek başına etkili olmayabilir. Hatta
yılbaşından önce çok ciddi bir müdahalede
bulundu; günlük 1milyar doların üstünde bir dolar
satışında bulundu, ona rağmen dolarda çok fazla
bir kıpırdanma olmadı. Yani belirli bir direnç
gösterebilir. O açıdan bu konjöktürü
sağlayabilmesi birazda dış piyasalardaki
gelişmelere bağlı.
Avrupa bono piyasasında faiz kısmında ülkeler
arasında çok büyük ayrıĢmalar olduğunu
görüyoruz. eğer Avrupa ortak tahvil çıkarmaya
baĢlarsa bu tahvilin risk algısı sizce ne olur ve
yatırımcıların gözünde nasıl değerlendirilir?
Zaten bu Euro tahvil olayı, geçen senenin
sonlarına doğru çıkan bir şey ki, doktora tezimin
konusu da uluslararası tahvil piyasalarıyla ilgiliydi.
Evet, tahvil piyasaları birbirinden etkileniyor.
Sonuçta birbirlerine karşı benzerlikleri, bağlılıkları
var. Ama tek başına bir tahvil çıkarmanın belirli
sakıncaları vardır. Mesela Avrupa bunu, tek para
birimi olarak denedi. Fakat Euro tek başına para
birimi olarak çıktığında, enflasyonist baskı yarattı.
Bu yüzden hala İngiltere, İsveç gibi ülkeler Euro
para biriminde değil. Tabi Euro‟nun tek başına
31/ www.sfinance.org
GÖZDE ÖZER-HASAN FEHMĠ BAKLACI-BĠRCE DOBRUCALI
bir ülkede bir şey olduğunda direk Euro üzerinde
etki yaratıyor. Dolayısıyla o kur dalgalanmaya hazır
hale geliyor. Peki, eğer tek bir para birimi olmasaydı
ne olurdu? Her ülkenin kendine ait para birimi
olsaydı, her ülke kendi dinamiği içerisinde, belki o
kurun dalgalanmasını kontrol edebilecekti. Ama
şuanda bunu kontrol edebilecek tek bir mekanizma
yok. Evet, Avrupa merkez bankası var, istikrar fonu
var, ama bunlarda belli noktalara kadar yarar
sağlayacak. Dolayısıyla tek para biriminin getirdiği
en büyük dezavantajlardan bir tanesi de;
dalgalanmanın çok daha fazla olması. Evet, ilk
çıktığı zaman enflasyonist baskı da yarattı. Ama bir
de şu var; tek para birimi, malların kolay dolaşımını
sağlıyor ve insanlara aldıkları malları birbirleriyle
karşılaştırma imkânı sağlıyor. Mesela benim
tecrübelerimden, İsviçre‟ye gittiğim zaman
Mcdonalds‟ta yemek yemiştim, orada İsveç
frankının çok değerli olduğu anlamıştım. Aşırı
pahalı bir ülkeydi. Ayrıca Amerika‟da kaldığım
sürede, gördüğüm kadarıyla eyaletler arasında bile
fark var. Mesela bir hamburgeri Florida‟da 2 dolara
yiyorsanız, Kaliforniya‟da 5 dolara yiyorsunuz.
Orada bile her eyalet kendi para birimini kullansın
diye bir konu gündeme gelmişti. Yani tek para
birimi çok kolay yürütülecek bir şey değil. Ama
tahvil olayı, çok daha farklı bir şey. Paranın
fonksiyonları neye bağlıdır? Bir alışveriş(
transaction) fonksiyonu vardır, bir de storage
fonksiyonu vardır. Yani insanlar parayı ellerinde
tutarlar. Ama tahvil dediğimizde, o tamamen
ülkelerin kendi dinamiklerine bağlıdır. Ondan ortak
para birimi şimdiye kadar bir şekilde yürüdü ama
ciddi anlamda riskler var ve bu ciddi risklerin göz
ardı edilmemesi gerektiğini düşünüyorum.
Türkiye‟de Ģirketlerin risk anlayıĢlarında kur
riskinden ziyade operasyonsal riskin ve riski
portföy zenginliğiyle dağıtmanın önemi daha
büyük. ġirketlerin açık pozisyonlarının bu kadar
ĢiĢmesi sizce Türkiye‟de gelecekte Ģirketler bazında
sorunlara yol açabilir mi ve VOB bunun için ne
kadar yeterli olabilir. Ayrıca Ġzmir‟de olması bir
handikap mıdır?
İzmir‟de olması bir engel değildir; çünkü vob
organize piyasalardan değil. Artık biliyorsunuz,
avantajları da var. Kur riskini ortadan kaldırıyor.
Tahvillerin bir de şöyle bir özelliği var; tahvilde her
ülkenin borç yapısıyla, ekonomik yapısı birbirine
benzemiyor. Mesela kuzey Avrupa ülkeleri ile güney
Avrupa ülkeleri aynı değil. Siz bunları tek bir faiz
oranıyla ortak bir sepette birleştirmeye çalışırsanız,
bu sefer ekonomik göstergeleri iyi olan ülkeler(
Almanya, Fransa) diğerlerinin borçlarını üstlenmek
istemeyecektir.
Yatırım açısından, piyasa dinamiği açısından
baktığınızda ise bunun faiz oranını nasıl
belirleyeceksiniz? Tek bir faiz belirlemek zordur.
Risk pirimi koyacaksınız, bu sefer o risk pirimi ne
olacak? Her ülkenin risk primi farklıdır. Yunanistan
ile Almanya‟yı aynı sepete koyamazsınız. O yüzden
bence bu karar, kriz zamanında piyasa aktörlerini
rahatlatmak için alınmış, derme çatma bir karar.
Üzerine biraz daha düşünülmesi gerekiyor. Bir de en
önemli noktalardan bir tanesi; risk algısı
dediğinizde yatırımcılar veya belli fonlar, bir yatırım
aracını riskli ve getirisi yüksek olduğu için almak
isterler. Siz eğer bütün ülkelerin tahvillerini sabit bir
getiriye indirgemiş olursanız, o zaman onlar için kar
yaratacak bir durum oluşmaz. Dolayısıyla onlar da
piyasadan yavaş yavaş çekilmeye başlar. Niye bazı
fonlar İtalya‟nın çıkardığı tahvilleri alıyor? Çünkü
getirisi yüksek. O açıdan ortak tahvil olayının çok
iyi yürüyeceğini sanmıyorum. Eğer ki Avrupa birliği
içinde tekrar bir harmoni sağlanır, ekonomik
dengeler yeniden birbirine yaklaştırılırsa, o zaman
düşünülebilir. Ama şu aşamada pek olabileceğini
düşünmüyorum açıkçası.
Euro ortak para birimi, Avrupa ülkeleri için dost
mu düĢman mı?
Tek para biriminin avantajları da var, dezavantajları
da var. Mesela Yunanistan gibi ülkeler kendi para
birimi cinsinden değil de, Euro cinsinden
borçlanmak zorunda kaldılar. Bu da şu demek; kriz
ortamında siz o paraya bağlısınız ve o para size bir
yerden temin edilmek zorunda. Yunanistan Avrupa
para birliğinin içerisinde olmasaydı, ne yapabilirdi?
En kötü ihtimal Merkez Bankası kendi parasını
basabilirdi. Bunu yapamıyorsunuz. Dolayısıyla tek
para biriminiz, politikalarınıza bir takım kısıtlamalar
getiriyor. Zaten bunun böyle olacağı baştan belliydi.
Dolayısıyla tek para biriminin en büyük
sıkıntılarından biri; „monetary policy, fiscal policy‟
dediğimiz, parasal ya da kamu finansmanıyla (bütçe)
ilgili politikalarınızda elinizi kolunuzu bağlıyor
olması. Sizi dışarıya karşı bağımlı hale getiriyor.
Zaten Yunanistan, bir miktar parayı zar zor temin
edebildi ve hala daha temin etmekte sıkıntı yaşıyor.
Niye? Çünkü Avrupa para biriminin içersinde yer
alıyor. En büyük avantajlarından biri ise, kur riskini
ortadan kaldırıyor. Kur riskinin olmadığı yerde
ithalatçı da, ihracatçı da çok daha rahat hareket
edebilir. Ama tek kur sistemi olduğunda kur riskini
kaldırıyorsunuz, bu sefer de Euro‟nun diğer para
birimlerine karşı dalgalanmasını kontrol
edemiyorsunuz. Çünkü Yunanistan‟da ya da başka
32/ www.sfinance.org
daha fazla kullanılması gerektiğini düşünüyorum.
Maalesef şuanda VOB‟un kullanımını yeterli
bulmuyorum. Şirketlerin kendi kendilerine
otokontrol mekanizmalarını devreye sokmaları
gerekir diye düşünüyorum.
Öğrencilere genel olarak sizin bir mesajınız var
mı?
İlk olarak siz öğrencilere mesajım üniversiteyi
sadece derslerden yüksek not almak, 4.00 la
bitirmek ve ya 2 not ortalamasını geçmek olarak
görmemenizdir. Üniversiteyi hayata hazırlanma
basamağı olarak düşünmelisiniz. Burada bir
dersten geçmek ya da bir şeyi kolaylıkla halletmek
inanın iş hayatına atıldığınızda size farklı şekilde
yansıyabilir. Dolayısıyla hep kendiniz gibi
davranmaya özen gösterin. Kendi çabanızla bir
şeyleri yapmaya gayret gösterin. Yaptıklarınız size
ileride iyi yönde dönecektir. Ben hep söylerim
“Üniversite eğitimi sırasında derslerin dışında
ekstradan ne yaparsanız, sizin çeyizinizdir.” diye.
Erkekler için de artık aynı şeyi söylüyorum.
Buraya koyduğunuz her şey, yani 2. yabancı dil
dışında 3.sü ve ya bir sertifika programına katılıp
aldığınız sertifika gibi yapacağınız ekstra
aktiviteler size mutlaka dönecektir. Bunları
yapmaya özen gösterin çünkü dört sene çabuk
geçiyor. Seçmeli dersleri alırken, bu derslerin „
kolay, zor‟ olmasına değil de sevdiğiniz yani zevk
aldığınız dersler olmasına dikkat etmeniz
gerekmektedir. Seçmeli aldığınız fakülte dışı
derslerde de aynı şekilde, örneğin sinemayı çok
seviyorsanız film veya fotoğrafçılık derslerini
tercih edebilirsiniz ama fotoğrafçılık dersinde
herkes AA alıyormuş diyerek o dersi tercih
ederseniz ileride onun faydasını göremezsiniz.
Gerçi bizim bölümdeki öğrencilerin çoğunun artık
böyle düşünmediğini biliyorum. Kendi sentezinizi
kendiniz kurmanız önemlidir. Arkadaşlarınızla da
konuşun ama çok da fazla etkilenmeyin çünkü
öğrenci psikolojisiyle etraftan etkilenmek çok
kolaydır. Hatta daha dersi almadan „Şu Hocadan
almayın zordur.‟ „Bu Hocadan alın kolaydır.‟ gibi
birtakım söylentiler kulağınıza geliyordur.
Söylentilere bir ölçüde kulak tıkamanız
gerekmektedir. Çünkü hiçbir öğretim üyesi
öğrenciye durduk yere zulüm çektirmek istemez.
Öğrencilerden feedback almak, öğrencinin soru
sorması, katılımcı olması bir öğretim üyesini
sevindirir. Dolayısıyla her zaman katılımcı olmaya
özen gösterin, sorun, sormaktan çekinmeyin ya da
katılıma olanak veren derslere katılmaya özen
gösterin. Çünkü elinizde iyi değerlendirilmesi
gereken 4 sene gibi kısa bir zaman vardır. Ayrıca
bizim üniversitemizde en büyük avantajınız küçük
her şey elektronikleşti. Enformasyon alt yapısı
gereği, cep telefonlarından bile işlem
yapabiliyorsunuz. Hatta İzmir‟de olması bir engel
değil, İzmir‟i tanıtması açısından bir avantajdır.
Dolayısıyla vob‟ ta yapılan işlemlerde, lokasyonun
çok önemli olduğunu düşünmüyorum. Başa
gelirsek, operasyonel açık pozisyonların bu kadar
şüphe içinde olmasını sebebi kur beklentileri.
Doların artmamasından dolayı, insanlar bundan
sonraki evreler için de doların fazla artmayacağını
düşünerek bir takım riskler almaya başladı. Bunu
2001‟den önce sabit kur varken de yapıyorlardı.
Son birkaç senede de yaptılar. Ama bu
dönemlerden sonra kurdaki artış nedeniyle biraz
daha temkinli davranacaklardır. Evet, sadece
şirketler açısından değil bankalar açısından da
sorunlar oluşacak. Ama yeni getirilen Basel
kriterleri nedeniyle, artık bankalar çok fazla
operasyonel risk almıyorlar, alsalar bile o riske
uygun mali yapılarını kontrol etmek durumunda
kalıyorlar. Peki, şirketler açısından risk ne? Eğer
kredi alırken veya borçlanırken mali yapılarındaki
risk fazla ise, ya çok yüksek maliyetli,
borçlanacaklar ya da hiç alamayacaklar.
Dolayısıyla operasyonel risk, artık risk
değerlendirme kriterlerinde öne çıkan bir kriter
olduğu için onu da kontrol altında tutmaları
gerekir. Bilanço üzerinden gittiğinizde açık
pozisyonu çok daha rahat görürsünüz. operasyonel
risk şirketin biraz daha içine girdiğinizde daha net
görebileceğiniz bir şey.Artık bu basel kriterleri,
şirketlerin risklerini kontrol etmelerini gerektiriyor
ancak özellikle Türkiye‟ye baktığınızda, bu basel
kriterleri şirketler bazında çok uygulamaya
geçmedi. Yakın zamanda geçeceklerini
düşünüyorum. Dolayısıyla sıkıntı yaratacaktır.
Döviz kurundaki artış ciddi zarar getirecektir.
Dışarıdan ya da içerden borçlanma, yani para
teminindeki riskler şirketlerin başını ağrıtabilir.
VOB (Vadeli Opsiyon Borsası) burada nasıl
devreye girer?
Şirketler kur riskini kontrol edebilmek için
VOB‟dan faydalanabilirler ancak Türkiye‟nin
kültür seviyesi VOB ve VOB‟da işlem gören türev
ürünleri söz konusu olduğunda çok yetersizdir. Bu
konuyu VOB‟da çalışan biriyle konuşursanız size
daha net söyleyecektir. Tabii ki VOB‟un ne
olduğunu, ne işe yaradığını bilen belli bir grup
vardır ama bana kalırsa VOB Türkiye‟de kültür
olarak tam anlamıyla yerleşmediğinden birkaç
sene içerisinde daha etkili olacaktır. Kur riskini
kontrol etmek açısından VOB‟un fonksiyonu
önemlidir ancak VOB‟un fonksiyonunun
algılaması şirketler ya da kişiler bazında
yetersizdir. VOB‟un ya da VOB‟daki ürünlerin
33/ www.sfinance.org
sizin için büyük bir avantajdır. Benim gözümde
çift ana dal çok daha önemlidir. Her ne kadar
bizim bölümün çift ana dal, yan dal koordinatörü
olmama rağmen öğrencilere “ çift dal
yapabiliyorsanız yapın” diyorum. Yan dal yapmak
ekstra bir bölümden seçmeli ders almak gibidir.
Ayrıca kendi bölümünüzle ilgili bir bölümde çift
dal yapmanız gerekmiyor. Örneğin çift ana dal
yaparken Lojistikten daha az ders aldığınız için
çift ana dalınızı Lojistik bölümünde yapmanız
gerekmiyor zaten yapmamalısınız. Ama sayısal
tarafınız yüksekse matematik bölümünde
yapabilirsiniz. Ya da sözel tarafınıza
güveniyorsanız İletişim ve Halkla İlişkiler
bölümünde çift ana dal yapabilirsiniz. Demek
istediğim seçtiğiniz ikinci ana dalın hangi bölüm
olduğundan ziyade size hangi bölümün daha yakın
olduğuna bakmanız gerekir. Bizim fakültemizde
çoğu öğrenci dersler daha uygun olduğu için
İşletme ve İktisatta çift dal yapıyor ama ben
Lojistiğin, İşletmenin, İktisat‟ın çift dal açısından
çok farkı olduğunu düşünmüyorum. Çift dalın en
büyük avantajı size 2 diploma şansı tanımasıdır.
Okulu bitirdiğinizde mastera da başvursanız, işe de
başvursanız çift ana dal büyük avantajdır.
Fakültemiz dışından gelen, bölümümüzden çift
dal, yan dal yapan öğrenci sayısı giderek artıyor ve
Üniversite içerisinde en çok çift dal, yan dal tercih
edilen bölüm bizim bölümdür. Bunun dışında
dediğim gibi kendi zevkinize, profilinize uygun
alanda çift dal yapabilirsiniz. Çünkü ilerde
yöneticilik değilde kendi işinizi kurmak isterseniz
size İletişim ve Halkla İlişkiler farklı kapılar
açabilecektir. Yan dal da, çift dal da yapabilirsiniz
ama çift dal‟ı ciddi düşünün, yan dalı da çok
istediğiniz bir bölümde yapmak istiyorsanız yapın
derim. Son olarak da bu yaptığınız derginin de size
mutlaka geri dönüşü olacaktır. Kampüs dışında,
ders dışı aktiviteler size faydalı olacaktır. Tüm
arkadaşlarınıza tavsiyem: Santranç, folklör gibi
örneklerini çoğaltabileceğimiz aktivitelere de
zaman ayırmalısınız. Çünkü üniversite eğitimi
sadece dersten ibaret değildir.
sınıflarda eğitim görmenizdir, bu yüzden
hocaların sizi isim olarak tanıması daha kolaydır
ve bu sizin için büyük bir avantajdır çünkü ileride
referans mektupları istemeniz gerekecek, ya da iş
ararken yön gösterecek, bağlantılarını kullanacak
birine ihtiyaç duyacaksınız. Hocalara yakın
olmaya gayret gösterin, onlardan çekinmeyin.
Genel olarak öğretim üyeleri için en büyük
ödüllerden bir tanesi öğrencilerinin iyi bir
üniversiteye master yapmaya gitmesidir, iyi bir
yerde iş bulmasıdır ya da kendi işini kurduysa orda
başarılı olmasıdır. Kendinizi gösterin, kendinizi
hocalara da gösterin, kendinizi üniversiteye de
gösterin. İzmir Ekonomi Üniversitesinde Gözde
diye, Birce diye bir öğrenci vardı dedirtmeniz tabii
ki sizin için avantajdır. Genel olarak bunları
söyleyebilirim... Söylentilere inanmayın
Başkalarının sizi yönlendirmesine izin vermeyin.
Zaten sizin bu dergiyi başlatıp devam ettirme
konusundaki attığınız adım sizin ne kadar gayretli,
başarılı öğrenciler olduğunuzu kanıtlıyor. Bunun
da devamını getirin. Hiçbir şeyden çekinmeyin,
hiçbir şey sizi çok fazla etkilemesin ya da
şevkinizi kırmasın. Özgüveni yüksek olan
insanların başaramayacağı bir şeyin olmadığını
düşünüyorum.
Çift ana dal, yan dal programları hakkında ne
düĢünüyorsunuz? Çift ana dalı, yan dalı tavsiye
ediyor umusunuz yoksa bir alanda
uzmanlaĢmanın daha mı iyi olacağını
düĢünüyorsunuz?
Çift ana dal esasında kesinlikle tavsiye edeceğim
bir seçimdir. Çünkü iki diploma alıyorsunuz. Bu
www.sfinance.org
34/
Yunanistan ve Türkiye Nerede KesiĢti? Nerede Ayrıldı?
2 000‟li yıllarda Yunanistan, bütçe
açığı ve kamu borcu kriterini
yerine getirmediği halde, Euro
Bölgesi’ne dahil edildi. 2009 yılında Dubai‟de borç krizinin patlaması,
Yunanistan‟ı da etkiledi. Bütçe gelirleri azaldı,
doğal olarak yavaşlayan ekonomiyi
canlandırmak için kamu harcamaları artırımına
gidildi. Fakat Yunanistanın krizden yara alması
ve ilk not indirimi darbesini yemesi de fazla
uzun sürmedi. Ülkenin ulusal ekonomik değer
göstergelerinde yolsuzluk yapıldığı, bütçe
açığının fazla olduğu ortaya çıktı. Yunanistan
için kriz bombasının pimi çekildi. Hikayenin
sonrası ekonomi haberlerinin vazgeçilmez
öğesi haline geldi ve akabinde tarihin en büyük
uluslararası kurtarma yardımı Yunanistan‟a
yapıldı.
Yunanistan‟da yaşananlar aslında üretmeden
tüketen pek çok ülkenin yakından takip etmesi
ve ders çıkarması gereken gelişmelerdir. Konuyu
bu bağlamda ele aldığımızda Yunanistan‟daki bu
krizin, 2001 yılında Türkiye‟de yaşanan mali
kriziyle birçok noktada kesiştiğini ve ayrıldığını
görebiliriz. Koşullar birebir uymuyor olsa da,
çeşitli benzerlikleri göz ardı etmek mümkün
değildir.2001 yılında Türkiye‟nin kredi notu
düşürülmüştü. Ülkelerin ekonomik işlevlerini
devam ettirmek için ihtiyaç duydukları yabancı
fonları, uluslararası piyasalardan temin
etmelerini büyük ölçüde kredi notlarına bağlıdır.
Bu krizde de Yunanistan'ın kredi notu üç
kademe birden düşürüldü. En düşük kademe olan
CCC'ye indirildi. Bu da Yunanistan'a kredi
verilmesinin 'tehlikeli' olduğu anlamına geliyor.
Yunanistan Euro bölgesine dahil; Türkiye kur
çapası sistemini uygulamaktadır. 2001 Türkiye
krizinin ana nedeni bankalardaki yolsuzluk,
Yunanistan Krizinin nedeniyse devletin yaptığı
yolsuzluktur. İki krizin birbirinden ayıran en
önemli nokta burasıdır.2001 yılında Türkiye‟nin
bütçe açığı ve borç oranı Yunanistan‟a kıyasla
daha düşüktü. 2001 krizinden önce Türkiye bir
likidite sorununa giriyordu. Türkiye‟deki
bankalar yurtdışından çok düşük
faizlerle borçlanıyorlardı. Sabit döviz kuru sayesinde
kur riski olmadan bizim tahvillere yatırım
yapabiliyorlardı. Fakat o dönemde bankalardaki
yolsuzluklar ve ekonomideki kötü gidişat sıcak paranın
ülkeden kaçmasına neden oldu. Bu yüzden bir günde
döviz kurları patladı ve dolar yükseldi.Bu yüzden
bankalarında dışarıya borçları arttı.Başlıca nedeni
bankalardaki yolsuzluk olan 2001 kriziyle birlikte
Türkiye‟de birçok banka batmaya başlamıştı ve işsizlik
oranı artarak ilerliyordu. IMF‟nin verdiği mali
yardımlarla piyasa bir süre durulduysa da tekrar patlak
veren mali kriz sorunu likidite krizinin ötesinde,
Türkiye‟nin borçlarını ödeyememe riskini doğurmuştu.
Şu anda da Yunanistan‟da durum aynen bu şekilde
değil midir? IMF ve Avrupa Birliği ülkeleri –başta
Fransa ve Almanya- mali borcun ödenmesi yönünde
yardım etmiyor mu? Ayrıca şunu da eklemek isterim ki;
Yunanistan‟a en fazla borç veren bankalar Alman ve
Fransız bankalarıdır. Yunanistan moratoryum ilan
ederse- yani borcunu ödeyemeyeceğini ilan ederse- en
büyük zararı Fransa ve Almanya görecek. Peki, bu borç
nasıl olacaktı da makul bir büyüklüğe indirgenmiş
olacaktı? Borç stokunu milli gelirin makul bir düzeyine
indirmek için üç şey önemli etken bulunmaktadır.
Bunlardan ilki vergi gelirlerinin arttırılması,
harcamaların kısılmasıdır. İkincisi; özelleştirmeler yolu
ile elde edilen gelirin bütçeye aktarılarak borç
ödemelerinde kullanılmasıdır. Üçüncüsü ise büyümeyi
hedef almaktır. 2001 krizinde Türkiye‟de işsizlik
oranının artışı sonucunda işgücünün hızla ucuzlaması
36/ www.sfinance.org
Türk ihraç ürünlerinin rekabet gücünü arttırmış ve
özelleştirmeye alıcılar çıkmıştı. Yunanistan‟a
bakıldığındaysa şu an durum tam tersini gösteriyor.
Yunanistan‟da kamu işletmelerinde çalışanların
ücretleri, sosyal hakları yüksek olduğu için umulan
fiyattan teklif almalarının zor olduğu düşünülüyor.
Yunanistan‟da kamu harcamalarında görülen bu
artış, dış ve iç borçlanmayı da beraberinde getirmiştir.
Vergi gelirlerinin arttırılıp, kamu harcamalarının
kısılması Türkiye‟de olduğu kadar Yunanistan‟da da
uygulanması zor bir politika. Türkiye‟deki gibi
dolaylı vergilere yüklenilemiyor. Çünkü
Yunanistan‟da alt-orta sınıflarına bu kısıtlamaları
uygulatmak umulduğu kadar kolay değil. Eğitim
düzeyi Türkiye‟nin üzerinde seyreden Yunanistan‟da
halk her uygulamayı olduğu gibi kabul etmeyip,
devletin çıkarlarının ve kendi çıkarlarının kesiştiği en
makul noktayı bulana dek direniyor, getirilen her
yasayı sorguluyor. Mevzu iş ve kamu harcamalarını
kısmaya geldiğinde ise Yunanistan‟da bu pek
mümkün olamıyor. Çünkü halk her hak kısıtlama
operasyonuna tepki gösteriyor. 2001 krizinden sonra
Türkiye vergi gelirleri arttırmak için akaryakıt
tüketim vergisi, özel işlem vergisi , motorlu taşıtlar
vergisi ve emlak vergisinde gerekli düzenlemeleri
yapmıştır. Yunanistan‟ı borç krizine sürükleyen diğer
sebepler; yolsuzluk, rüşvet, erken emeklilikten dolayı
kamu sektöründe görülen kadrolaşma ve
uygulanamayan reformlardır
Yunanistan‟daki krizin bir sosyal patlamaya
dönüşmesinin önde gelen sebeplerinden birisi de
yolsuzluk iddiası ile suçlanan politikacılardır.Buna
örnek olarak 2006 yılında Alman Siemens şirketinin
Yunan görevlilere rüşvet verdiği ortaya çıkmış ve
uluslararası bir skandal yaşanmıştır. 2004 Atina
Olimpiyatlarında, Siemens ile Yunan makamları
arasında, güvenlik sistemleri alımında yolsuzluk
ilişkileri olduğu iddiaları ortaya çıkmıştı.
Yunanistan izlediği politika gereği savunma
konusunda ciddi yatırımlarda bulunmuşlardır.
Savunmaya ayrılan bütçenin GSYH‟ye oranı
açısından Yunanistan en çok silahlanan ülke
konumuna yükselmiştir. Yunanistan‟ın savunma
harcamalarında görülen bu artış Yunan ekonomisini
de etkilemiştir.Türkiye yaşadığı terör olayları ve
PKK‟ya rağmen Yunanistan kadar savunma
konusunda bütçe ayırmamıştır.
Görüldüğü gibi 2001 krizi ve Yunanistan krizi
arasında birçok benzerlik ve farklılık bulunmaktadır.
Kriz döneminde Türkiye‟ye, günümüzde
Yunanistan‟a olduğu kadar esnek davranılmadığı
açıkça ortadadır. Yunanistan krizinden çıkarılması
gereken en önemli sonuç; sistemleşen yolsuzluk bir
ülkeyi ihtiyaç duyduğu yatırımlardan vazgeçirirken
halkın üzerindeki vergi yükünü artırır. böylece
sosyo-ekonomik ve hatta siyasi sorunlara neden
olmaktadır.Yunanistan mali krizinin
dalgalanmalarının bir çok Avrupa ülkesini etkilediği
gözlemlenmekle birlikte, dünya ekonomisinin hızlı
bir şekilde yükselişe geçmeden Avrupa‟daki
sancının bitmeyeceği ortadadır.
Hazal Özgül 9 Eylül Üniversitesi İktisat Bölümü
2. sınıf [email protected]
38/ www.sfinance.org
Ufuk Tutan hayatının dönüm noktasında
yaşanan olayların, kariyerine nasıl yön
verdiğini bizlerle paylaştı.
Bizler Ufuk Tutan'ı bir de sizin
ağzınızdan dinlemek istiyoruz. Bize
biraz kendinizden bahsedebilir misiniz?
Bornova Anadolu Lisesi mezunuyum.
Liseden mezun olurken amacım; inşaat
mühendisi olmaktı. Bizim 18 tercih
yapma hakkımız vardı ve ben 6 tercih
yapmıştım. Tercihlerimin 5 tanesi inşaat
mühendisliği, 1 tanesi ise Tıp Fakültesi
idi. Tıp tercihim tamamen tercih yapmak
ve şanslıydım, o dönemde çok değerli hocalar vardı. O
eski Hocalar adeta bir okul gibiydi. Onlarla projelerde
çalışırken akademik bilgimi çok ilerlettim.Derslerde de
çok şey öğrendim; ama asıl o projelerde, o hocalardan
çok şey öğrendim. İyi bir dereceyle mezun olduğum
için her yerden çağrıldım; Finans Bank‟tan tutun Koç
Grubu‟na kadar. Fakat ben inatla gitmedim. Neden
gitmedim? Çünkü kafaya akademisyen olmayı
koymuştum. Arkadaşlarım gitti, çoğu da İstanbul'da işe
girdi. İstanbul‟da işe giremeyenler ise Merkez
Bankası‟nın sınavlarına girdi. Tabi kim daha iyi yaptı, o
tartışılır. Ben inatla akademide kaldım. Benim
devremde akademide kalan 2-3 kişiydik. Çoğumuz özel
sektöre ya da Merkez Bankası‟na geçti. Ben her şeye
rağmen akademide kalmak istedim. Orta Doğu Teknik
Üniversitesi; TÜBİTAK işbirliğiyle bilim ve
teknolojiyle ilgili bir master programı açtı. Bu aynı
zamanda Türkiye‟nin ilk master programıdır. Ben
Bilkent‟te çalışırken hocam bir gün beni yanına çağırdı,
gittim. “Böyle bir master programı açacağız, bana
yardım edeceksin.” dedi. Kabul ettim, bürokrasileri
hazırladık ve o bölümün ilk asistanı oldum. Aynı
zamanda ilk mezunuyum. Bilkent'ten tekrar ODTÜ‟ye
geçtim. Tübitak ve British Council bursuyla beni bir
seneliğine İngiltere‟ye teknoloji çalışmaya yolladılar.
İngiltere‟ye giderken doktora için yurtdışına
başvurmuştum, bana bir üniversiteden Fellowship
gelmiş. Tübitak‟tan da burs kazandığım için bir mektup
yazdım ve İngiltere‟den burs aldığımı ve bu kazandığım
doktora bursunu askıya alıp alamayacağımızı sordum.
Bunu kabul edemeyeceklerini; fakat tekrar başvurmamı
çok istediklerini söylediler. İngiltere‟ye gittim geldim
ve şubat ayında tekrar başvurdum. Enteresandır bana
tekrar Fellowship verdiler. Oraya gitmemi isteyen
hocayla da doktora yaptım sonra, Al Campbell. Neden
istediğini de daha sonra çözdüm; ben tam onun istediği
alanda çalışmak istiyordum. Referanslarıma bakmış
itibariyle çok yüksek bir puan alarak, ölü tercihim
olan tıbbı kazandım. Gülhane Askeri Tıp
Akademisine girdim. Askerliği çok sevdim; ancak
doktorluğu bir türlü sevemedim. Sonrasında doktor
olmak istemedim ve bir sempozyumda dinlediğim
ODTÜ‟lü bir profesör hocadan çok etkilenerek,
kendime ODTÜ İktisat‟ı hedef koydum. Sınava
girdim ve ODTÜ İktisat Bölümü‟nü kazandım.
Birinci sınıf geçti, ben hala hocanın yüzüne
bakıyordum; beni keşfetsin diye. Bizim derslerimize
değil de, 3. ve 4. sınıfların derslerine giriyordu. O
hoca sert bakışlı bir adamdı. Cesaret de
edemiyordum, bazen asistanlara bağırdığını
görüyordum. Gidip; “Ben buraya sizin için geldim
ve sizin asistanlığınızı yapmak istiyorum.”
diyemiyordum. En sonunda ikinci sınıfın sanırım
bahar dönemiydi, bir vesile ile o hocayla tanıştım.
Tanıştırılır tanıştırılmaz, hani dünyada insanın eline
bir veya iki kere fırsat geçer denir ya, o tanışma
esnasında elini sıkarken “Hocam ben sizinle bir şey
konuşmak istiyorum.”dedim. O zamanlar biz sizin
gibi hocalarla arkadaş değildik. Kıpkırmızı oldum.
“Hocam ben sizinle birlikte çalışmak istiyorum;
öğrenciyken size yardım etmek, projelerde yer
almak istiyorum.” dedim. “Sen kaçıncı sınıfsın?”
dedi. “ İkinci sınıfım.” dedim. “ Ortalaman kaç?”
dedi. Söyledim. “Zaten bir asistan vardı hiç
çalışmıyordu, sen o asistanın yerine geç.”dedi.
Sonra biz bir başladık, başlayış o başlayış. Şans işte,
o an o asistan ayrılmasa öyle bir ortam olmayacaktı.
O da benim kaderimi çizen bir andır. Ben çalıştıkça
hoca beni beğendi. Çalıştıkça da ben hocayı daha iyi
tanımaya başladım. O asık suratın altında farklı bir
adam olduğunu keşfettim. Beni ikinci sınıfın
yazından itibaren lisans hayatım boyunca projelerde
çalıştırdı ve ekonomiyi ben o projelerle öğrendim.
Derste öğrenmedim aslında, o projelerde öğrendim
39/ www.sfinance.org
, bir iki de telefon etmiş. Yeni gelen birkaç arkadaş
ile beraber gelişmiş ülkelerin İkinci Dünya Savaşı
sonrasında kar oranlarını ve genel yapılarını
incelemek
üzere büyük bir projeye dâhil olduk. Ben bu süreç
içerisinde hem doktora programındaki derslerimi
aldım ki dersler üç seneydi o zaman, hem de bu
projede yer aldım. O projede çalışırken de doktora
tezimi yazmaya başladım. O yüzden de doktorayı üç
senede bitirdim. Üniversitenin rekorunu egale ettim.
Gittiğiniz her yerde bir iz bıraktınız yani?
Öyle de diyebiliriz. Bence bu doğru yerde doğru
kişilerle olmakla da alakalı bir durumdur. Bitirdikten
sonra daha büyük bir projeye dâhil oldum ve hemen
iş buldum. Amerika‟daki dördüncü senemde araba
aldım, 150.000 dolarlık müstakil bir ev beğendim,
krediye başvuracağım derken annemden bir telefon
geldi ve anneme kanser teşhisi konulduğunu
öğrendim. Ailemin tek çocuğuyum. Hemen 1 hafta
içersinde eşyalarımın bir kısmını verdim, bir kısmını
sattım ve uçağa binip buraya geldim. Annemle
ilgilendim. 9 Eylül Üniversitesinde 3 ay çalıştım.
Daha sonra annemin bir ameliyat hikâyesi vardı ve
ondan sonra buradan bana teklif geldi. Ben de 9
Eylül'den buraya transfer oldum. Ondan sonra da
burada kaldım. Annem başarılı bir ameliyattan sonra
kurtuldu. Kemoterapi vs. derken şu an hastalığın
yedinci senesindeyiz ve şu an iyi durumdayız. Zaten
ondan sonra evlendim ve burada kaldım. Benim
hayat hikâyem budur. Amerika‟da kalacakken ve iş
bulmuşken annemin hastalığı hayatımda bir dönüm
noktası oldu.
Sonradan hiç Amerika‟ya dönmeyi düĢünmediniz
mi?
Vaktim olmadı. Çünkü 5 sene boyunca annemle
ilgilendim. O sırada babam da hastalandı. Ailemin
tek çocuğuyum ve ailemin diğer fertleri de
Manisa‟da. İzmir‟de başka kimsemiz olmadığı için
geri dönme ihtimalini düşünecek vaktim olmadı.
Açıkçası annem, babam derken o yedi sene nasıl
geçti bilmiyorum.
Bundan sonraki hayatınız için geri dönmeyi
düĢünür müsünüz?
Yok hayır. Evlendim, dört aylık bir oğlum var. Yani
bu saatten sonra en fazla Ankara‟ya giderim.
İstanbul‟a bile gitmeyi düşünmem.
Ankara‟nın sizde özel bir yeri var diyebilir miyiz?
Ankara benim için çok özel bir yer, orada hocalarım
var. Ankara‟nın tadına varan muhakkak geri dönmek
istiyor.
Peki, geri dönme Ģansınız olsaydı değiĢtirmek
isteyeceğiniz bir Ģey olur muydu? “KeĢke
akademisyen olmasaydım.” diyor musunuz?
Hemen hemen her gün diyorum.
Akademisyen olmasaydınız ne olurdunuz peki?
İstanbul‟da iş dünyasına girerdim. Kesinlikle
akademisyen olmazdım, ondan eminim. Merkez
Bankası‟nda çalışmak ister miydim? Belki isterdim;
ama geri dönüş şansım olsaydı kesinlikle lisansı
bitirdikten sonra, hemen en uygun iş teklifini kabul
edip kendimi İstanbul‟a atardım ve orada kendimi
ispatlamaya çalışırdım. İkinci bir alternatif dünya
var mı bilemezsin, varsa da ben görmedim. Olsaydı
herhalde o iş dünyasında başarılı olurdum gibi
geliyor. Şu an olduğundan daha iyi olurdu gibi
geliyor bana; ama kesinlikle akademisyen
olmazdım.
Size bunu söyleten nedir?
Bana bunu söyleten Türkiye‟deki akademik
dünyadır.
Yani akademik hayatı kafanızda tasarladığınız gibi
bulmadınız ve “ġimdiki aklım olsa Koç‟a ya da
herhangi bir özel Ģirkete gidip iĢ hayatına orada
baĢlardım.”diyorsunuz öyle mi?
Kesinlikle. Belki de bir uluslararası şirketi tercih
ederdim. Amerika‟daki akademik dünyayı görmüş
birisi olarak söylüyorum; Türkiye ile bir
karşılaştırma yapmamız gerekirse, Amerika‟daki
akademik dünyayı tercih ederdim. Çünkü
Amerika‟daki akademik dünya önünüze daha fazla
fırsat sunuyor. Ama Türkiye‟deki akademik dünya,
maalesef birçok alanda kısır kalıyor. O nedenle
Türkiye‟de yaşamayı kabullenmiş ve buna karar
vermiş bir insan olarak bu noktada diyorum ki “
Keşke Türkiye‟de akademisyen olmasaydım. Onun
yerine İstanbul‟da bir şirkette çalışsaydım veya
yöneticilik pozisyonunda olsaydım.” Çünkü benim
yaşımdaki arkadaşlarımın çoğu şuan uluslararası
şirketlerde veya Türkiye‟nin tanınmış şirketlerinde
üst düzey yönetici olarak çalışıyor. Ben 39
yaşındayım ve onlar hayatlarından oldukça
memnunlar. Zorluk çektiler mi? Gerçekten çektiler.
Rekabet var mı? Var. Ama memnunlar
hayatlarından; çünkü maddi ve manevi açıdan hak
ettikleri şeyleri alıyorlar. Türkiye‟de akademi
dünyasında bu maalesef yok.
Peki, siz bu saatten sonra özel sektöre kaymayı
düĢünür müsünüz?
Ben zaten özel sektöre kaydım. Danışmanlık
yapıyorum.
www.sfinance.org
Ufuk Tutan‟ı siz bize az çok anlatmaya çalıĢtınız.
Nereden baĢladı, nasıl buralara geldi. Peki, Ufuk
Tutan‟ın akademisyen sıfatının yanında ne gibi
özellikleri vardır? Ufuk Tutan neler yapmaktan
hoĢlanır?
İyi bir avcıyım. Bunun dışında dağlara çıkmayı çok
severim. Dağlarda eşimle beraber, inşallah ufaklık da
büyüyünce bize katılacak dolaşmayı, hiç bilmediğimiz
yerleri keşfetmeyi çok seviyoruz. Dağcı değilim,
tırmanış yapmıyorum. Çocuk olunca biraz ara verdik;
ama o biraz daha büyüyünce alacağız sırtımıza onu da
götüreceğiz. Genelde bu iki şey üzerine
odaklanıyorum. Annemin hastalığı sürecince, kanserle
ilgili bilginiz var mıdır bilmiyorum; ama SSK veya
Emekli Sandığı tarafından karşılanmayan birçok
kanser ilacı olduğundan cebimden annem için yaklaşık
100.000 TL ödedim ve ben bu parayı dışarıda
danışmanlık yaparak kazandım. Bu da benim neden
danışmanlık yaptığımı anlatıyor. Hiç hesapta yokken
bir fırsat beliriyor ve o fırsatı çok iyi kullanmak
durumunda kalıyorsunuz. Akademi dışına çıkmanın
tadına vardıktan sonra hayatımı o yönde ilerletmeye
başladım. Bunu da bir hobi olarak düşünebiliriz. Ben
danışmanlığa iş gözüyle bakmıyorum. Çok zevk
alarak, hobi olarak yapıyorum. Bunu da üçüncü hobi
olarak düşünebiliriz.
Peki, Ufuk Tutan‟ın hayatında olmazsa olmazı var
mıdır?
Eşim, annem ve babam
Peki, kendinizde sevdiğiniz ya da nefret ettiğiniz
özellikleriniz nelerdir?
Onları hiç söylemeyeyim; ama çok fazla özeleştiri
yaptığımı söyleyebilirim.
Siz Ģimdi yurt dıĢında da bulundunuz, Amerika‟daki
eğitim sistemini de, Türkiye‟deki eğitim sistemini de
biliyorsunuz. Sizce oradaki insanlara sunulan
fırsatlarla, bizlere sunulan fırsatlar aynı mı?
Valla çok açık söyleyeyim, birçok hoca benimle aynı
fikirde olmayabilir, ama ben ilk geldiğim zaman
Ekonomi Üniversitesi‟nin öğrencilerini çok
beğenmiştim. Belki benim öğrenci olduğum
zamanlardaki gibi bir öğrencilik yok, ama yine de
buranın öğrenci yapısını seviyorum. Mesela benim
öğrenci olduğum zamanlarda hocanın Office saatleri
dışında kapısını bile çalamazdık. Hocaların önünde
titrerdik. Tabii ki de şartlar değişti artık.
Amerika‟yla karşılaştıracak olursak, çalıştığım
üniversitelere göre söyleyeyim, buradaki öğrencinin
daha çok bilgi bombardımanına uğradığını
40/
düşünüyorum. Orada okuyan öğrenciler temel şeyleri
öğrenirken, sizler birçok şeyi ayrıntılı olarak
öğreniyorsunuz. O yüzdendir ki, yurt dışına giden
öğrenciler fazla zorlanmıyor. Yalnız hangisinin doğru
olduğunu açıkçası ben de bilmiyorum. Bilgi
bombardımanına uğramak mı daha doğru, yoksa
Amerika‟da olduğu gibi belirli şeyler üzerinden gidip,
daha rahat bir eğitim almak mı doğru bilemiyorum.
Ama ben Türkiye‟nin öğrenci profilini beğeniyorum.
Sizi anlatan bir söz, bir düĢünce var mı? Veya
annenizin rahatsızlığından bahsettik. O zamanlar
içinde bulunduğunuz psikolojiden dolayı sizi
etkileyen bir Ģeyler oldu mu?
Şunu anladım: hayat çok kısa ve insan kendisini hiç
bir şey için üzmemeli. „‟Carpe Diem‟‟( Anı Yaşa) diye
bir kavram var. Ben bu kavramı annemin hastalığında
keşfettim. Mesela bu kavram, benim için bir felsefedir.
Kaldı ki insan her şeyi başaramıyor. Annemin
hastalığından beri, araya tabi bir de babamın hastalığı
girdi, kendimi üzdüğüm ya da sıktığım zaman, bir
şeyleri başaramadığım zaman carpe diem‟i aklıma
getirip ‟ çok fazla kafaya takma, kendini üzme‟
diyorum. Zaten danışmanlığa da bu yüzden başladım.
Bir tek danışmanlığımın ilk senesinde biraz stres
olmuştum. Onun dışında gideceğim yerlere her zaman
güle oynaya giderim. O süreci bir hobi haline getirip,
stresi hayatımdan uzak tutmaya çalışıyorum. Anı
yaşayıp, o andan zevk alayım yeter. Çünkü bu
olmadığı zaman, önüme hep başka engeller gelecek
diye düşünüyorum.
ġimdi BDDK‟nın aldığı bir tek limit kararı var. Sizce
bu hane halkını ve esnafı ne yönde etkiler?
Bence doğru yönde alınmış bir karar. Yalnız hane
halkı için çok önemli bir şey. En azından tüketim
çılgınlığına kapılmış erkek ve bayanları bir şekilde
durduracak olduğuna inanıyorum. 1980 yıllarında
Amerika‟nın düştüğü hataya biz düşmeyeceğiz.
80lerde birçok Amerikan vatandaşı kredi kartı borcunu
ödeyemeyince iflas etti. Sonra Amerika iflasların
yükünü kendi başına üstlendi; ama bizim gibi bir ülke
bu tür iflasları kaldıramaz. O nedenle biraz da geç
alınmış bir karar olduğunu düşünüyorum. Keşke 2004
yılları sonunda alınsaydı; çünkü Türkiye‟nin
bankacılık sistemi 2004 yılında patladı. Bence
yapılması gereken bir şeydi
Sizce bu tek limit uygulamasının artı yönleri neler
olabilir?
İflasları önleyip, gelirlerin üzerinde yapılan
harcamaları bir noktaya kadar engelleyeceğini
düşünüyorum. Bence insanlar gelirleri kadar
bombardımanı da engellemek gerekir. Yani insanlara,
harcamalı; ne yazık ki toplumumuzda bir tüketim
çılgınlığı var. Üstelik bu hem medya tarafından,
hem de çeşitli kurumlar tarafından desteklenen bir
şey. Eğer bu uygulamada başarılı olunmak
isteniyorsa, bu tüketim ve mutluluğun eşit
olmadığı gösterilmeli. Ek olarak kredi kartını
kullanmak için çok bilinçli bir toplum değiliz, aynı
zamanda bankacılık sistemine de alışık değiliz.
Bunun için bir düzenleme yapılması ya da bir
kural çıkması gerekmez miydi? Yani insanlara
verilen kredi kartlarının, en azından onların
gelirleriyle orantılı olması gerekmez miydi?
Aynen öyle, ama dediğim gibi bizim bankacılık
sistemimiz 2004 yılında patladı ve 2004 yılında
Türkiye‟de birtakım değişiklikler yaşandı.
Anladığım kadarıyla finans dünyası bunu istemedi.
Çünkü ne kadar fazla kredi kartı verirse, o kadar
fazla rezervlerindeki atıl parayı tüketiciye
iletecekti. O nedenle belki de uygun bir zaman
değildi. Neyse zararın neresinden dönersek kardır.
Bana kalırsa bir tane kredi kartı yeterli, yani her
kampanyadan yararlanmasan da olur. Limitine
göre ayarlayacaksın. Ayağını yorganına göre
uzatacaksın. Eğer paraya ihtiyacın varsa
gideceksin, bankadan tüketici kredisi çekeceksin.
Çünkü tüketici kredisi faizi ile kredi kartı faizi
arasında ciddi bir fark var.
Peki, bir tanım yapsanız, kredi kartını kullanmayı
bilmeyen insanlar için nasıl bir tanımlama
yaparsınız?
Bizde para yok, para olmadığı için de kredi kartı
kullanılıyor.
Peki, bazı ekonomistler Ģuan Türkiye‟de ciddi bir
emlak sektörü balonu olduğunu savunuyor.
Fakat diğerleri, mesela Gyoder baĢkanı Turgay
TaneĢ; „böyle bir Ģeyin olmadığını,
olamayacağını ve talebe göre emlak arzını
dengelediklerini‟ söylüyor. Sizce bir emlak
balonu söz konusu mu?
O konuyu biraz çalıştığım için söyleyeyim. Bence
emlak balonu çok fazla söz konusu değil de, çeşitli
illerin bazı bölgelerinde anlamsız bir fiyat
patlaması var. Onu balon olarak kabul edersen,
evet bazı bölgelerde balon var; ama onun dışında
Türkiye‟de toplam bir balon olduğunu
düşünmüyorum. Çünkü bizim nüfusumuz hızla
artıyor. O artışa bağlı olarak da gerekli emlak
düzenlemeleri yapılıyor. Mesela İzmir‟de de iki
tane aşırı şişmiş fiyatlı bölge var. Onlarda eninde
sonunda bir dengeye ulaşacak.
Sizin kredi derecelendirme kuruluĢları ile ilgili
düĢünceleriniz nelerdir?
Mesela Enron olayında da, en son 2008 krizinde
de bu tür kredi derecelendirme kuruluşları sınıfta
41/ www.sfinance.org
DOĞAN BADEMKIRAN-UFUK TUTAN-BĠRCE DOBRUCALI
www.sfinance.org 42/
Aktaramayacaklar zaten. Asıl yük Almanya ve
Fransa‟da. İngiltere‟nin de ödeyebileceğini
sanmıyorum. Zaten İngiltere‟nin sorunu da değil.
Avrupa Birliği‟nin kurtarılması için en azından
ilk planda 200milyar€ gibi bir ortak havuz
öngörüldü ve oluĢturulacak bu havuzun içinde
pay sahibi olması istenen ülkelerde(ispanya,
Ġtalya) krizde olan ülkeler.
Bu insanlar daha kendilerini kurtaramaz ken,
kendi maaĢlarını ödeyemezken bu ortak havuza
nasıl para aktarabilirler?
Benim gördüğüm kadarıyla Almanya, Euro‟yu
kaybetmek istemiyor; çünkü Euro küresel çapta
çok önemli bir güce sahip. Fakat Almanya, bu
krizi de tek başına üstlenemeyeceğini biliyor. Eğer
Merkel bu krizi üstlenirse uzun yıllar boyunca ne
partisi bir daha seçilir, ne de kendisi. O nedenle
bölüşmek istiyor. Bu bölüşümü de ilk önce IMF ile
yapmaya kalktı; ama beklediği şeyi bulamadı.
Şimdi diğer ülkelerle bölüşmeye çalışıyor. Nereye
kadar başarılı olacak bilmiyorum. Bana kalırsa işin
içinde daha çok siyaset var. Merkel‟in siyasi
gücüyle Almanya kendi durumunu düzeltecektir.
Yalnız şunu da unutmayalım: aslında Almanya
tek başına krizde değil, Avrupa birliği içerisinde
krizde. En son yayınlanan Almanya devlet ihale
verilerine baktım, faizler düşmüş. Türkiye‟de dâhil
birçok ülkede borçlanma faizleri artarken,
Almanya‟da düşmüş. Bu ne demek? Almanya‟nın
devlet tahvillerine, küresel oyuncular güveniyor ve
daha fazla tahvil alarak, faizlerini düşürüyor.
Zaten 10 yıllık devlet tahvilinin faizi 1,9 mu 1,8
mi ne. Bu da neyi gösteriyor; Almanya‟da
enflasyon yok. Zaten 10 sene içerisinde
enflasyonda beklenmiyor. O noktada krizi tek
başına yüklenmek yerine, bölüşmeyi deneyecektir.
Türkiye uzun yıllardır geliĢmekte olan ülkeler
kategorisinde yer alıyor. Bir türlü geliĢmiĢ
ülkelerin seviyesine gelemiyoruz. Sizce geliĢmiĢ
bir ülke olabilmek için nasıl bir politika
izlenmeli?
Nüfusumuzu azaltmak, araştırma ve geliştirmeye
çok yüksek oranda pay ayırmak zorundayız. Bu
topraklar, bu ekonomi bu kadar nüfusu
taşıyamıyor.
Peki, Türkiye‟nin coğrafi konumu ve siyasi
durumunun ekonomiyi pozitif yönde etkilediğini
düĢünüyor musunuz?
Biraz etkisi var tabi. Mesela sıcak para akışı
durdu.Merkez bankası bilançolarında net hata
noksanları çoğaldı. Net hata noksanı ne?
kaldı. Adamlar iflas etti, İflas ettikten iki ay sonra
triple A dereceleri direk olarak DD‟nin altına
düştü. Adam iflas etmiş, sen iki ay boyunca neden
onu triple A‟de bırakıyorsun? Bir de iflas edeceğini
göremedin mi?
Bence ülke bazında da standart bir şey yok. Çok
temel şeyler var; „borcu, gayrisafi milli hâsılasının
yüzde kaçı ?‟ gibi. Fakat onu da şöyle yapabilirsin.
Mesela GSMH, bütün dünyada dolara göre sabit
fiyatların çok daha üzerinde büyümüş bir şekilde
hesaplanıyor. Eğer para birimini dolar karşısında
güçlendirirsen, senin gayrisafi milli hâsılan normal
gözükür. O zamanda balon bir gayrisafi milli
hâsılan olur. Hâlbuki çok borçlanmışsındır; ama
balon bir gayrisafi milli hâsılan var. Bu ikisini
böldüğün zaman, sonuç çok düşük gözükecektir.
Bunu bazı gelişmekte olan ülkeler keşfetti; ama
kredi derecelendirme kuruluşları da buna göre
puan veriyor. O noktada bence yanılıyorlar.
Sonuç olarak ülkeler bazında ve şirket bazında
bakacak olursak, kredi derecelendirme
kuruluşlarının çok güvenilir olduğunu
düşünmüyorum
Avrupa birliği konusuna girmiĢken, geçen
Türkiye ekonomisi dersinizde de Avrupa birliği
pazarı daralırsa, Türkiye‟nin ciddi bir sıkıntıya
gireceğini konuĢmuĢtuk. Eğer 2012‟de beklendiği
gibi bir kriz yaĢanır ve pazar iyice daralırsa, sizce
Türkiye nasıl bir sürece girer?
Hemen 2012‟de krize girmez. 2012‟nin sonlarına
doğru girer. İşsizlik ciddi bir problem olur.
Ekonomide küçülme söz konusu olabilir. Böyle
devam ederse iki, üç sene sonra da iflaslar başlar.
Şu da bir gerçek ki; Avrupa birliği pazarının iki
buçuk, üç seneden beri yerini dolduracak bir pazar
bulamadık. Bulamadığımız gibi maliyetlerimizde
artmaya başladı. Bu maliyet artışlarını da
engelleyemiyoruz ve rekabet de edemiyoruz. Bu
noktada, ülke ekonomisi başka açılardan krize
girerken, krizi kurtarmak için daha fazla dövizle
borçlanacak ve o şekilde ülke ekonomisini
kurtaracaktır. Ama bu uzun vadede sürdürülebilir
bir durum olmayacaktır. Umarım Avrupa
birliğindeki kriz çok uzun sürmez. Yoksa ciddi bir
sorunla karşı karşıya kalabiliriz.
Onun dışında Euro‟nun stres altında olduğu
söylenebilir. Yunanistan Euro‟dan çıkmak zorunda
kalacak gibi gözüküyor. Bu da Euro‟nun
güvenilirliğini azaltacak. Eğer İtalya, Yunanistan
gibi bir sorunla karşılaşırsa, işte o zaman ciddi bir
küresel krizle karşı karşıya kalabiliriz. Çünkü
İtalya kurtarılamayacak kadar büyük bir ülke ve
ülkenin çok ciddi sorunları var. Yani ben bu
küresel krizi kolay bitecekmiş gibi görmüyorum.
www.sfinance.org
Türkiye Cumhuriyeti
ekonomisi içerisine bir
para giriyor, bir döviz
giriyor ve dövizin nerden
geldiğini bilmiyoruz. O da
bizim coğrafi
durumumuzla ilgili biraz.
Bu zamana kadar batı
ülkeleri, ekonomik açıdan
her zaman doğu
ülkelerinin önünde yer
almıĢtı. YaĢanan son
krizlerden sonra, doğu
ülkelerinin ön plana
çıkmasını ve batı
ülkelerinin geride
kalmasını nasıl
yorumluyorsunuz?
Açgözlülük. Batı Amerikan kapitalizmi, İngiliz kapitalizmi ve Avrupa kapitalizmi 2000‟li yıllarda Mutlaka
bir yerde birisi, birisinin tam tersini yaptı;
kendine çok önemli bir fırsat buldu. Süper güçlerin aynı anda ve aynı yönde ilerlediği, aynı faiz ve aynı para
politikasını takip ettiği hiç görülmedi. Ya savaş çıktı, ya da kriz oldu. 2000‟li yıllarda Batı çok güzel bir kar
yakalama pozisyonuna girmişti. Hatta kulelerin vurulması bile fırsata çevrildi ve büyük bir patlama yaşandı.
Bu patlama bizim gibi gelişmekte olan ülkelere de yansıdı ki; dünya çapında bir kalkışa geçtik. Ama adamlar
bir koyup on alacakken, açgözlü davranıp bir koyup yüz almaya başladı. İşte o balon hikâyeleri de bu
noktada başladı. Ondan sonra da ellerine yüzlerine bulaştırdılar. hâlbuki Dante‟nin de bahsettiği gibi yedi
günahın bir tanesi açgözlülüktür. Bence orada bir hata yaptılar. Aslında doğuda sütten çıkmış ak kaşık değil.
Ama batı çok büyük hatalar yapınca, doğunun yaptığı hatalar o kadar ön plana çıkmadı. İşin kolayına kaçıp,
ellerine çok yüksek miktarlarda finansal kaynaklar geçince, bu finansal kaynakların önemli bir kısmını finans
üzerinden değerlendirdiler. Hâlbuki direk olarak üretime yatırmaları gerekirdi. Kısacası ülkeler çok büyük
fırsatlar kaçırdı.
MURAT BARBAROS
İyi bir ekip kurmanın zorlu sürecini yaşayarak
takım çalışmasına en uygun öğrenci
arkadaşlarımızı Kariyer Kulübüne davet ederek
başlatmış olduğum girişim ile farklı özelliklere
sahip ve her birinin kendi alanında üniversitede ki
en iyi isimler arasında olduğu Kariyer Kulübü
yönetim kurulu üyelerini bir araya getirerek örnek
çalışmalar yapmayı başarıyoruz.
Şirket yönetiminin simülasyonu olarak
gördüğümüz Kariyer Kulübünün genel
yükselişinin arkasında ki en önemli etken; yönetim
kurulu olarak gerçekleştirdiğimiz ciddi planlama
ve yönetim sürecidir. Tatil dönemlerinde
başladığımız çalışmalarla yıllık stratejik planımızı
belirleyip, hedeflerimiz doğrultusunda görev
paylaşımı ve takım çalışması ile sonuca
yaklaşıyoruz.
Doğru zamanda doğru etkinliği yapmak adına,
önemli bir araştırma süreci içerisinde bulunuyoruz.
Öğrenciler arasında yaptığımız anketler, kariyer
koçları ile görüşmelerimiz ve öğrenci
arkadaşlarımızla bire bir kurduğumuz iletişim bu
konuyu destekleyen çalışmalardır.
Verimlilik ve farklılık odaklı çalışma ilkesi ile
öğrencilere en faydalı ve özgün çalışmalar sunmak
için her 2 haftada bir düzenli olarak yaptığımız
yönetim kurulu toplantılarımız ile hedeflerimizi ve
ilerleyen süreci kontrol ediyoruz.
Etkinliklerimizi gerçekleştirirken ise, yönetim
kurulu üyelerimiz ve aktif üye takımımız ile görev
paylaşımı yapıyoruz ve uygulamaya başlıyoruz.
Bu bağlamda kulübümüz çatısı altında yer alan her
öğrenci kendisine organizasyonda görev alma,
proje yönetme, topluluk önünde konuşma, liderlik,
takım çalışması, iş disiplini ve en önemlisi iş
dünyası ile bağlantı ve iletişim kurma gibi
deneyimler kazandırarak fayda sağlıyor.
Kısaca, çok kısa bir zaman zarfındaki bu
yükselişin temel basamakları; iyi bir ekip
oluşturma, stratejik planlama, hedef belirleme,
doğru etkinlik için araştırma yapma, düzenli
toplantılar ile gidişatı kontrol etme ve tüm bunları
istikrarlı bir şekilde yönetme unsurlarıdır. Kariyer
kulübü olarak vizyonumuz; Türkiye çapında İş ve
Kariyer alanına hitap eden en aktif kulüp olmaktır
Ve inanıyoruz ki, bir gün bu hedefimize
ulaşacağız.
Son olarak, kulüpçülük, üniversite yaşamında elde
edebileceğimiz en önemli deneyimler arasında yer
almaktadır. Tüm öğrenci arkadaşlarımın öğrenci
kulüplerinde ve topluluklarında aktif olarak yer
almalarını, sürekli girişim ve iletişim içerisinde
bulunmalarını ve sosyal yaşamlarına özen
göstermelerini tavsiye ederim. Unutmayın, sadece
okumak, kariyerin canına okumaktır…
ĠEÜ Kariyer Kulübü Kurucu BaĢkanı MURAT
BARBAROS Kariyer kulübünün BaĢarı
Hikâyesini anlatıyor…
„Kariyer seni alıp götürmeli‟ sloganı ile
başladığımız kariyer yolculuğunda geleceğimizin
temellerini oluşturuyoruz. Üniversite hayatımızda
birçok akademik çalışma ve sosyal yaşantımız
dışında aynı zamanda Kariyer Kulübü ile okurken
kendimizi iş dünyasına hazırlıyoruz.
Kurucusu olduğum İzmir Ekonomi Üniversitesi
Kariyer Kulübü, 2009-2010 eğitim yılının Güz
döneminde aktif olarak çalışmalarına başlamıştır.
Temel amacı, öğrencilerin iş dünyasını tanıması ve
iş-dünyasına yönelik kendilerini geliştirebilmesi
olan kulübümüz bu kapsamda birçok etkinliği
gerçekleşmiştir.
İş ve Kariyer alanına hitap eden Kariyer Kulübü
çok kısa bir zaman içerisinde yapılan etkinlikler ve
girişimler ile İzmir Ekonomi Üniversitesinde kendi
alanında en aktif kulüp olmayı ve yine kendi
alanında Türkiye genelinde en aktif kulüpler
arasında ismini duyurmayı başarmıştır.
Kurulduğu günden bugüne önemli çalışmalarda
yer alan kulübümüz, her geçen gün öğrencilere
daha verimli etkinlikler düzenleyebilmek için
profesyonel bir çalışma örneği göstermektedir.
www.sfinance.org 44/