sfinance

35
İzmir Ekonomi Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Emin Akçaoğlu bizleri biraz ticaret biraz da gelecek planları hakkında bilgilendiriyor İzmir Ekonomi Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. C. Coşkun Küçüközmen ile Risk Kafe bu sayıda dopdolu, sizleri bekliyor Yaşar Holding CFO’su Hikmet Altan bizlere biraz kendini biraz da iş dünyasını anlatıyor. Bu hoş sohbeti kaçırmayın… Student Finance Öğrencilerin Finans Merkezi www.sfinance.org

Upload: ieusfinance-meha

Post on 09-Mar-2016

229 views

Category:

Documents


9 download

DESCRIPTION

sfinance magazine

TRANSCRIPT

İzmir Ekonomi Üniversitesi

Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Emin

Akçaoğlu bizleri biraz ticaret

biraz da gelecek planları

hakkında bilgilendiriyor

İzmir Ekonomi

Üniversitesi Öğretim

Üyesi Doç. Dr. C. Coşkun

Küçüközmen ile Risk

Kafe bu sayıda dopdolu,

sizleri bekliyor

Yaşar Holding CFO’su

Hikmet Altan bizlere biraz

kendini biraz da iş dünyasını

anlatıyor. Bu hoş sohbeti

kaçırmayın…

Student Finance Öğrencilerin Finans Merkezi

www.sfinance.org

www.sfinance.org

İlk sayımızın ilk yazısında, sizlere

“SFINANCE”'in doğuş hikâyesini yazarak başlamak

istedik.2011 yılı Mayıs ayında aklımıza gelen

“SFINANCE” daha henüz adı konulmamış, sadece

küçük bir fikirden ibaretti. Araya giren yaz

döneminin ardından tekrar bir araya gelip bu fikri

masaya yatırdık. Önümüzde zorlu bir süreç vardı ve

bu süreçte vaktimizin büyük bir kısmını bu oluşumu

gerçekleştirmek için harcadık. Uzun süren

görüşmelerimizin her seferinde oluşuma bir derinlik

katıyorduk. Bu süreçte yakın arkadaşlarımızın da

desteğini kazanmaya başlamıştık. Ve 20.11.2011

tarihinde SFINANCE'i kurduk.

Peki, SFINANCE nedir? Nasıl bir

oluşumdur? Şimdi sizlere biraz bunlardan

bahsedelim. SFINANCE‟i kurduk çünkü Türkiye‟de

finansa ilgi duyan öğrenciler arasındaki iletişiminin,

öğrencilerin okurken ki üretiminin eksik olduğunu

fark ettik. Bu eksikliğinin sebebinin ise ortak

paylaşım alanı bulunmaması olarak gördüğümüz için

öğrencilerin kendilerinin geliştirebilecekleri ve

kanıtlayabilecekleri uygun ortamı sağlamak istedik

Bu yüzden öğrenciler tarafından hazırlanan

öğrencilere ve finansa ilgi duyan insanlara hitap

edecek, öğrenciler arasında köprüler kurarak bilgi

akışını canlandıracak bir dergi oluşturmaya çalıştık.

SFINANCE'in en önemli özelliği

öğrencilerin kurduğu bir oluşum olması, çünkü hayat

sadece derslerden ibaret değil, insanlar hayatları

boyunca öğrendiklerini yorumlayabilmeli

uygulayabilmeli, en önemlisi ilişkilendirebilmelidir

ve çeşitli oluşumların içinde bulunup kendini

geliştirebilmelidir. Bu yüzden SFINANCE için

herkesin dergisi diyebiliyoruz, isteyen herkesin hem

yazılarıyla hem görüşleriyle katkılarına açık bir

oluşum gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Türkiye‟deki

finansa ilgi duyan ve bende varım diyebilen herkesi

bu derginin çatısı altında birleştirmek umuduyla ve

önümüzdeki nice sayılarda görüşmek dileğiyle.

M. Melih Akyurt-Halil Karlı

Reklam & iletişim

[email protected]

05548865055/05056170479

www.Sfinance.org

GENEL YAYIN YÖNETMENĠ

Halil Karlı

EDĠTÖR

Tezer Yelkenci

RÖPORTAJ SORUMLUSU

Birce Dobrucalı

ÜNĠVERSĠTELER

SORUMLUSU

Sabri Umut Dilemre

HABER EDĠTÖRÜ

Melis Gizem Konuk

Halime Bayer

HABER EKĠBĠ

Merve Korkmaz

ÜNĠVERSĠTE TEMSĠLCĠLĠĞĠ

EKĠBĠ

Elif Kolcu

Murat Sarı

Umay Algan

RÖPORTAJ EKĠBĠ

Cansu Dülgeroğlu

Gizem Yetişkin

YAZI ĠġLERĠ EDĠTÖRÜ

Gözde Özer

Büçke Deniz Menteşe

ETKĠNLĠK SORUMLUSU

Doğan Bademkıran

FOTOĞRAF EDĠTÖRÜ

Semih Pek

YAZI ĠġLERĠ EKĠBĠ

Merve İkizoğlu

Bahar Çayır

Hande N. Belen

ETKĠNLĠK EKĠBĠ

Celal Başol

Nur Haseki

Değerli okurlarımız

DANIġMAN HOCALARIMIZ

Prof. Dr. Cengiz Erol

[email protected]

Doç. Dr. C. Coşkun Küçüközmen

[email protected]

Yrd. Doç. Emin Akçaoğlu

[email protected]

Dergiyi Hazırlayan: M. Melih Akyurt

GENEL KOORDĠNATÖR

M. Melih Akyurt

ARALIK - OCAK

SAYI-1

İzmir‟in önemli şirketlerinden biri olan

Yaşar Holding‟in CFO „su Hikmet Altan

Student Finance ekibinin sorularını

cevaplıyor.

M. Melih Akyurt is focusing on the

regulatory arbitrage in the IMKB and

foreigners with mustache in his

article..

Değerli hocamız Doç. Dr. C. Coşkun

Küçüközmen bizlerle görüşlerini

paylaşıyor. Adını Risk Kafe

koyduğumuz köşemize uğramadan

geçmeyin.

Birce Dobrucalı ve Cansu Yılmaz

Dünya tarihinde meydana gelen en

büyük krizlerden bir olan lale

çılgınlığını anlatıyor.

Halil Karlı şu an Avrupa‟nın

gündeminde olan bütçe açığının

nedenlerini ve sonuçlarını irdeliyor

www.Sfinance.org

Gözde Özer bağımsız para politikasının

uygulanabilirliğini, Avrupa‟daki krize

ve özelikle Yunanistan‟ın durumuna

atıfta bulunarak tartışıyor

12

6

14

20

24

30

32

34

Değerli Hocamız Emin Akçaoğlu

kariyer, eğitim ve güncel konular

hakkındaki görüşlerini bizlerle

paylaşıyor.

Rabia Bayer, İzmir Ekonomi

Üniversitesinden İsveç Lund

Üniversitesine uzanan başarı hikayesini

anlatıyor.

Kariyer sürecinizi anlatır mısınız?

Eğer hala üniversite okuyor olsaydınız

kendinize nasıl bir yol çizerdiniz ve

kendinizi hangi özelliklerle

donatırdınız?

Benim üniversiteye girdiğim

senelerde sınav sistemi farklıydı.

Sınavdan önce tercih yapılır ve tek

sınavla üniversiteye girilirdi.

Lisedeyken fizik ve kimya severdim.

Bu yüzden ilk girdiğim üniversite;

Ankara Üniversitesi fizik

mühendisliğiydi. Benim bu üniversiteyi

seçmemdeki sebeplerden birisi bir

zamanlar CHP„nin de başkanlığını

yapan Erdal İnönü‟nün fizik mühendisi

olmasıdır. Bir de lisedeyken kuantum

fiziği okumayı hayal ederdim. Kısacası

üniversiteye girdim. Bildiğiniz gibi

üniversitenin ilk senesinde öğrenciler

mühendislik fakültelerinde ortak ders

olarak fizik, kimya ve matematik

okurlar. Ben de o dersleri almaya

başladım fakat Türkiye‟nin karışık

dönemler içerisinde olmasından dolayı

bir dönem okurken oldukça zorlandım.

Tekrardan sınava girmeye karar verdim

ve ilk tercihim olan ODTÜ işletmeye

yerleştim. ODTÜ‟yü kazanmamda

mühendislik fakültesinde gördüğüm

fizik, kimya ve matematik derslerinin

çok yararı oldu. Böylece dershaneye

gitmeden de ilk ve tek tercihim olan

üniversiteyi kazanmış oldum.

İşletme bölümünü tercih etmenizin

sebebi nedir?

ODTÜ‟de okumak istiyordum

ve mühendislik fakültesinde aldığım

dersler sayesinde pozitif bilimlerden

farklı bir alana yönelmek istedim.

Bunun yanı sıra beni ODTÜ‟de okumaya

teşvik eden bir arkadaşım vardı.

Ankara Cumhuriyet lisesi mezunuyum ve

normal lisede okuduğum için ilk sene

İngilizce hazırlık okudum.12 Eylül 1980

olaylarından dolayı üniversite dönemi bir

az sıkıntılı geçti ve yedi senede bitirdim.

27 sene geçmiş aradan bana hala sorarlar

kaç mezunusun diye 83, 84, 85

mezunuyum derim. Buradan da

anlaşıldığı üzere uzun bir mezuniyet

geçmişim var. Buda geniş bir arkadaş

çevresine sahip olmamı sağladı.

Finansa nasıl yöneldiniz?

3. sınıfla birlikte her şeyin daha çok

farkına varmaya başladım ve kendi

kendime okulu bitirmem gerek dedim.

Üçüncü sınıftan itibaren seçmeli

derslerimin tamamına yakınını finans ve

maliyet muhasebesi derslerinden aldım

ve şunu söyleyebilirim ki 3.sınıfın 2.

sömestrinden itibaren iyi bir öğrenci

oldum.

Çok iyi bir öğrenci oldum demek çok iyi

notlar aldım demek değil tabi. Derslere

girmeye başladım, çalışmaya başladım,

ilgimi çeken konuları keşfettim ve iyi

hocalarla çalışmak benim en büyük

avantajım oldu.

Hikmet Altan Röportaj

Student finance ekibi olarak

21.11.2011 tarihinde Yaşar

Holding‟in konaktaki merkez

binasında Yaşar Holding CFO‟su

Sayın Hikmet Altan‟a konuk olduk.

Bizlere biraz kendinden biraz da iş

dünyasından bahsetti, dilerseniz

sizlerle lafı fazla uzatmadan o güzel

anları paylaşalım

6/ www.sfinance.org

Şimdi üniversite okuyor olsaydınız yine bu bölümü

okumak ister miydiniz?

Bazı bölümler okulda meslek sahibi oluyor. Örneğin

Doktor, Mühendis, Avukat okulu bitirdiklerinde

unvan sahibi olarak çalışma hayatına başlıyorlar ama

bir işletme okuyan insanı düşünürseniz, okuldan

mezun olduğunda okulun ona kazandırdığı bir unvan

değil bir vizyon oluyor. Bu vizyon da yolunuzu

çizmenizde size yardımcı oluyor. Örnek vermek

gerekirse bazı arkadaşlarım insan kaynaklarına,

pazarlamaya yönelirken ben finansı tercih ettim.

Bankacılığı hiç düşünmediniz mi?

Finansçı olmak istememe rağmen enteresan bir

şekilde bankada çalışmak istemedim. Hatta o

dönemler bankacılığın en parlak olduğu dönemlerdi.

Bir sürü banka kuruluyor, bankalar farklı

yapılanmalara gidiyor, mt (management trainee)

programları açılıyordu. Bizim gibi İngilizce eğitim

veren okullardan mezun olan öğrenciler için çok iyi

bir alternatif. Şimdiye göre bankacılık, girmesi daha

kolay bir sektör olmasına rağmen; ben bankacı

olmayı hiç düşünmedim. Kendimi denemek için bir

bankanın sınavına girdim, sözlü mülakata çağrıldım

ama gitmedim.

İş hayatı, hayatınızın merkezi mi?

Aslında bu çok önemli bir nokta ki bunun özel

sektörle, kamu sektörüyle ya da kendi işini

yapmakla alakalı bir şey olduğunu düşünmüyorum.

Bu birazda insanın hayata nasıl baktığıyla ilgili bir

şey, ben iş hayatıyla özel hayatı ayrı tutmak

gerektiğine inanıyorum. Burası benim %100

performans göstermem gereken bir yer. Burası için

şunu belirtmeliyim ki iş hayatın merkezinde değil.

Düz bir hesapla 12 saat burada çalışıyorum,7-8

saatte uyuyorum yani 20 saati kendi yaşantımın

dışında yaşamış oluyorum. Aslında tüm

çalışmalarımızı geri kalan bu 4 saati ve hafta sonunu

daha güzel geçirebilmek adına yapıyoruz. Çok

istisnai durumlar hariç ne özel hayatınızdan, ne de iş

hayatınızdan zaman çalmalısınız. Ancak bazı istisnai

durumlarda özel hayatınızdan iş hayatınıza veya iş

hayatınızdan özel hayatınıza zaman ayırabilirsiniz.

Örnek vermek gerekirse 2001 senesinde Türkiye,

tarihinin en büyük krizine girdiğinde 72 saat

boyunca hiç çıkmadan iş yerinde kaldım; iki kişilik

koltukta yatıyordum, üstelik kıştı. Elektrikli ısıtıcı

almıştım, onunla ısınıyordum. Bu gibi durumlar

olabilir. Bir diğer örnek: bir günde 3 kere İstanbul‟a

gittiğimi hatırlıyorum ki bu gibi zorluklar iş

hayatında olabilir ancak bunların sürekli olmasını

ben şahsım adına kabul etmem, bunlar hayatımın

tamamı olamaz, ihtiyaç olur yine yaparım ancak

hayatımın merkezine ben bunu koymam. Ailem

benim için her şeyden önce gelir. Ben zaten

gençliğimde de evcimen bir adamdım, şimdide

evcimen bir adamım. Bu biraz yapı meselesidir. 2

gün dışarı çıksam 3. gün evimde olmak isterim.

Ailemle zaman geçirmeyi severim. Bu yüzden özel

hayatımı, ailemi hep ön sırada tuttum. Yönetici

konumuna geldikten sonra zamanı kullanma

lüksünüz artıyor, işe ilk girdiğinizde yöneticileriniz

sizden zaman açısından daha fazla performans

bekliyor. O zamanlarda bile ailemi ihmal etmemeye

özen gösterdim. Yönetici konumuna geldikten sonra

ise iş niteliğiniz artarken o işi yapmak için

harcadığınız süre kısalıyor. Bana göre çalışmayı bir

araç olarak görmelisiniz. Herkesin belli bir amacı

vardır ve insan, bu doğrultuda amacına ulaşmak için

çalışmayı araç olarak kullanmalıdır. Kimisinin

çalışmasındaki amaç para kazanmaktır,

kimisi yüksek idealleri için çalışır ancak çalışmak

herkes için bir araçtır.

Vizyonunuzu çalışanlarınızla hangi yöntemlerle

paylaşıyorsunuz ve onları ortak bir amaç

doğrultusunda nasıl örgütlüyorsunuz?

Ben yaşar holdingde CFO‟ yum ve bazı şirketlerde

yönetim kurulu üyesiyim. Aslında belirli bir

seviyeye gelmiş insanlar için mesleki birikim ve

bunun işe yansıması yönetimsel özellikler sonucu

ortaya çıkar. Benim hep söylediğim bir söz vardır:

“İnsan şef ya da müdür olana kadar kendi çabasıyla

terfi alır, o seviyeden sonra içinde bulunduğu ekip

onu üst seviyelere taşır; çünkü artık tek başına

yapacağı işler azalmıştır.” Müdürlük ya da şeflik

gibi sorumlu olduğunuz bir sürü iş ve bu işleri

yapacak ekipleriniz vardır. Çalışanlarınız işlerini iyi

yapsınlar ki siz de işinizi iyi yapmış olun ve bu

sayede terfi alın, maaşınız artsın. Size kendimden

örnek vereyim. Ben ilk iş hayatına girdiğimde benim

görevim bankalardan çek tahsilatı yapmaktı; eğer

www.sfinance.org

7/

ben işimi küçümseyip sorumluluklarımı yerine

getirmemiş olsaydım bu durumdan amirlerim de

etkilenirdi ve şirkette bazı aksaklıklar meydana

gelirdi. Başarıya ulaşmak için çalışanlarınıza

vizyonunuzu iyi aktarmanız gerekir. Eğer o grubun

kültürüyle yetiştiysen ve stratejilerini iyi

anladıysan bunu çalışanlarınla da daha iyi

paylaşmalısın. Çalışanlar grubun hedeflerini,

stratejilerini iyi kavrarlarsa daha verimli çalışırlar

ve önemli olan grubun kültürüdür. Ama gerçek

dünya ideal dünyadan biraz daha farklıdır. Gerçek

dünyada yapmanız gerekenleri bazen

atlayabilirsiniz. Hayatın gerçekleri işin içine

girince düşündüklerinizin bir kısmını

uygulayamayabilirsiniz. Her şey kurumların

koyduğu bir düzen içinde işleyecek diye bir koşul

yoktur. İnsan faktörünün olduğu yerde her türlü

duygu ve davranış şekli vardır. İstediğin kadar

kurumsal düzenler kur, hepsini yaz, herkese

ezberlettir yinede önemli olan insani duygulardır.

Davranışlar; duygular yüzünden günden güne

değişiklik gösterebilir, yani demek istediğim pratik

hayat biraz farklıdır. Teoride öğrendiklerimizle

pratik hayattakiler bambaşka demek istemiyorum

ancak hayatın içinde insan faktörü var ve o insanın

davranışları günden güne farklılık gösterebilir.

Aynı zamanlarda farklı tepkiler verebilir. Önemli

olan toplamda ortak

hedefi

yakalayabilmektir. Bir

sürü farklı metotla ortak

hedefi

yakalayabilirsiniz:

toplantı yaparak, yüz

yüze konuşarak…

Oturduğunuz yerden de

vücut diliyle çalışanlara

ulaşabilirsiniz. Çok

kurumsal dağıtım

kollarınız varsa da

çalışanlarınızı ortak bir

hedefte toplayabilirsiniz.

Kurumsal değer

dediğimiz şey nedir?

Yapılacak işin kurumsal

değere göre etik olarak

yapılmasıdır. Yaşar

Holding diyor ki: eğer

burada çalışacaksan etik

olacaksın. Yani insan

bilerek ya da bilmeyerek

yanlış yapabilir ama

etik olmayan bir şey

yapamaz. Etik olmak

istemiyorsan da bu

kurumdan ayrılman

gerekir. Bizim (Yaşar

Holding) için

hazırlanan bir projede

etik olmak çok

önemlidir.

Global kriz dünyayı ve

ülkemizi nasıl etkiledi,

Yaşar Holding krizin

etkilerini en aza

indirmek için ne gibi

önlemler aldı, bu

süreci bize anlatabilir

misiniz?

Kriz beklenmez, iş

dünyasında kriz

ihtimali her zaman göz

önüne alınmalıdır.

Özellikle Türkiye‟de

çalışıyorsanız her

zaman krize hazırlıklı

olmalısınız. Global

kriz, Türkiye‟nin krizi,

yani şirketlerinizin

krizidir. Tabi bunun bir

sürü farklı şekli

olabilir. Dolayısıyla

Türkiye‟de çalışan

insanlar aslında her

zaman kriz beklentisi

olan insanlardır.

Gazeteler 3 gün iyi

haber veriyorsa

mutlaka bir günde kötü

haber verir. Küçülmek

bir hedef değildir ve

hiçbir şirketin hedefleri

arasında da yer almaz.

Ancak şartlar

küçülmeyi

gerektirebilir. Örneğin;

herhangi bir çalışanın

1000 lira olan maaşını

800 liraya düşürmek

gibi bir amacı yoktur,

ama böyle bir durumla

karşılaşabileceğini

düşündüğü için

harcamalarında

kısıtlamaya gidebilir.

Artık o çalışan için

riski yönetmek; yeni

bir borcun altına

girmemektir. Bunlar

birbirini tetikleyen

mekanizmalardır. Sen

yeni borçlanmaya

gitmezsen ben yeni

araba satamam, ben yeni

araba satamazsam öbürü

yeni boya satamaz, bu

şekilde örnekleri

çoğaltabiliriz. Önemli

olan kriz esnasında

riskleri sıfırlamak değil,

iyi yönetebilmek ve

riskimizden vazgeçmeyi

bilmektir. Alacak riski

diyoruz, eğer hiç mal

satmazsan ortada alacak

riski diye bir şey olmaz.

Tabi böyle bir lüksün

var mı? Yok.

Enflasyonu düşünürsek,

nerde enflasyon yoktur?

Çölde enflasyon yoktur,

olmaz da zaten. Çölde

hiç bir şey yok ki

enflasyon olsun.

Enflasyonun “0”

olmasını hedeflediğin

zaman çöle gitmeyi ya

da çöldeki gibi yaşamayı

düşünebilir misin?

İnsanlar bugünkü

standartların getirdiği

8/ www.sfinance.org

ekonominin kötü gittiği dönemlerde içeceği sütü,

yiyeceği peyniri, tereyağını yarım kilo alacağına

250gram alır ya da ekonomi çok iyi gittiği için

kimse kalkıp da günde 3 kilo süt içmeye başlamaz.

Gıda ürünlerinin elastikiyeti daha az olduğu için

güvenli bir sektörde olduğumuzu var sayıyoruz ve

daha az etkilendiğimizi düşünüyoruz.

Halka açılma yeni pazar arayışı gibi durumlarda

CFO olarak nasıl bir görev üstleniyorsunuz, halka

açık bir şirketi yönetmenin diğer şirketleri

yönetmekten ne gibi zorlukları var? Bir CFO

gözüyle anlatır mısınız?

Bizim altı tane halka açık şirketimiz vardır. Bütün

çalışanlarımız, halka açık şirketi yönetmek

konusunda zaten tecrübelidir. Çünkü bu şirketler

halka yeni açılmış şirketler değildir. Türkiye‟de

IMKB 1986 yılında kuruldu. Bizim o zaman halka

açık 2 ya da 3 şirketimiz vardı. İMKB‟ye üye

olmasanız bile 100 ortaktan fazla iseniz zaten halka

açık sayılıyorsunuz. 1986 yılında boya şirketimizin,

Pınar‟ın ve o zamanlar Yaşar holdingin bünyesinde

bulunan Ege Gübrenin zaten 100‟den fala ortağı

vardı. Bu kültür, gurubun damarlarında, kanında var.

Pınar Et, Pınar Su, DYO ve Çeşme Altın yunus

Yaşar Holdingin yüzde 90‟ını temsil eder.

avantajlarla ve bu standartların gün geçtikçe geliştiği

yerlerde yaşamak istiyor. Bunlarda enflasyonu

tetikleyici birtakım unsurlardır. Önemli olan

enflasyonu tetikleyici unsurları nasıl yöneteceğindir.

Optimum noktayı bulmaktır, enflasyonu sıfırlamak

değildir. O zaman hiç satma, yaşama. Hayatımızın

her alanında oluşabilecek risklerimizi yönetebilmek

çok önemlidir. Çünkü ideal dünya koşulları hiçbir

zaman gerçekleşmez. Risk hep vardır.

Yönetebildiğimiz risk var, yönetemediğimiz risk var.

O ayrı bir konudur tabi. Yaşar holding içinde; krizin

en önemli yaptırımı risklerini iyi yönetmektir. Kriz

bizim holdingi elbette herkes kadar etkiledi ama biz

nakit olarak kredilerimizi uzun döneme yaymış bir

şirketiz ve baya uzun vadeli işlerimiz var.

Dolayısıyla çok büyük nakit sıkıntımız olmadığı için

nispetten rahatız diyebilirim. Ayrıca ürettiğimiz

ürünler gıda ürünleri biliyorsunuz, Pınar Süt, Pınar

Su… Gıdayla ilgili bölümümüz Yaşar holdingin

önemli bir kısmıdır. Gıda sektörü krizlere karşı en

dirençli sektörlerden biridir. Etkilenmez değil ama

göreceli olarak otomotiv sektöründen daha az

etkilenir. Otomotiv sektörü büyüme dönemlerinde

çok hızlı büyür, kriz dönemlerinde daha çabuk

küçülür. Gıda sektörü, en azından bizim

bulunduğumuz kısım, büyüme dönemlerinde

birdenbire sıçrama yapmaz, küçülmez de. İnsanlar

denetimle ilgili bir takım yenilikler olacaktır. Halka

açık bir şirket olarak SPK‟nın (sermaye piyasası

kurulu) getirmiş olduğu kurallar gereği yapılması

gereken daha fazla iş yükümüz var, doğal olarak bu

durum iş yükü anlamında zorluklar getiriyor.

Kendine fon yaratmak istiyorsan, para karşılığında

hisse vereceksen zorluklarına katlanacaksın. Halka

açıklık aslında şirketin bir bakıma kendine ne kadar

güvendiğini gösterir. Halka açılmayan şirketler

kendine güvenmiyor demek istemiyorum, yanlış

anlaşılmasın. Ancak aslında halka açılmak; „beni

istediğin zaman kontrol edebilirsin‟ anlamını

taşımaktadır. SPK„nın İMKB‟nin kurallarına %100

uyacağını dile getirmektir. Yaşar Grubu yaklaşık 10

yıldır OECD‟nin kurumsal yönetim ilkelerini

uygulamaya çalışır. Bizim yönetim kurulumuzda

Yaşar ailesinden 1 kişi vardır; yönetim kurulu

başkanımız İdil Yiğitbaş. Diğer yönetim kurulu

üyelerimiz: otomatik olarak CEO‟muz Feyhan

Kalpakoğlu ve daha önce Yaşar Holding‟de çalışmış

olan dışarıdan 7 kişidir. Örneğin ben Pınar Süt‟ün

yönetim kurulu üyesiyim, aileden 1 kişi vardır,

CEO‟muz ve dışarıdan 1 kişi. Yani bu durum bir

Geri kalan yüzde 10‟uk kısmı halka açık olmayan

şirketler oluşturur. Bu yüzden grup olarak halka açık

olmanın getirdiği sorumluluklarla iç içe yaşıyoruz.

Ben şahsım adına da daha önce halka açık

şirketlerde çalıştım. Halka açık olmayan şirketlerde

çalıştığım zamanlarda bile bu konuyla alakadar

oldum; çünkü o zamanki yöneticilerim zaten bu

konuda bilgi sahibi olan insanlardı. Aslında halka

açıklık bir enstrümandır, şirketler kendilerini finansa

etmek için halka açılırlar, dolayısıyla birçok

ortağınız vardır. Yüzde 1 hisse sahibi olsanız bile

yüzde 60 hissesi olan kadar olmasa da birçok

hakkınız vardır. Örnek vermek gerekirse bugün

yüzde 1 hissesi olan bir ortağımız bize telefon açsa,

herkese eşit mesafede durma kuralını delmeksizin,

istediği bilgi verilir. SPK‟nın düzenlemelerini,

corparate gavarnence ilkelerini bir kenara bırakırsak,

şirket halka açık olsa da olmasa da etik olarak bu

bilgiler verilmelidir. Yeni Türk Ticaret Kanuna

değiştikten sonra bu halka açıklık, halka kapalılık

durumu birbirine yaklaşacaktır. Artık bütün

şirketlerin web sitesi kurma ve sitelerinde şirketleri

hakkında bilgi verme zorunluluğu var, yani

9/ www.sfinance.org

Peki, sizce nasıl bir değişikliğe gidilmeli?

Büyümeyi inovatif yapmamız lazım. İnovatif ürün

deyince de aklımıza hemen otomobili keşfetmek

gelmemeli. Dağıtımınızda veya pazarlamanızda da

bir yenilik yapabilirsiniz. Bence artık inovasyon

dediğimiz şeyi, „yeni bir şey bulmak‟ olarak

düşünmemek lazım. Benim gözümde ürününüzde,

pazarlamanızda veya üretiminizde yapacağınız

ufacık bir yenilik bile inovasyondur.

Yaşar Holding için inovasyon ne derece önemli?

Bizim de Yaşar Holding olarak ar-ge

yatırımlarımız var. Hatta Yaşar grubundaki (hem

boyada hem gıdada) ar-ge yatırımları Türkiye

ortalamalarının üzerindedir. Bizim inovasyon

adına yaptıklarımız yeni şeyler bulmanın yanında

müşterilerimizin işlerini kolaylaştırmayı da kapsar.

Bu bile bizim için bir inovasyondur. Dolayısıyla

bu konuyu atlamamak gerek. Örnek vermek

gerekirse sütü ele alalım. Süt nedir ki, dümdüz bir

şey. İnekten sağıyorsun, paketleyip gönderiyorsun

(aradaki süreçleri de görmezden gelirsek). Fakat

Pınar Süt‟ün içerisinde çalışan onca insan sütün ve

peynirin orasını nasıl yaparız, burasını nasıl

yapmalıyız diye senelerdir çalışıyor. Çünkü sütün

paketinde, pazarlamasında, üretiminde yapılacak

ufacık bir yenilik bile sana kâr olarak geri

dönebilir. Kâr da yatırıma kolayca dönebiliyor.

Ben aslında sol görüşlü bir insanım ama şunu da

net olarak belirtmeliyim ki, bir işletmenin, bir

sermayedarın, buralarda çalışan bir profesörün en

temel sosyal görevi şirketini kârlı hale getirmektir.

Çünkü kâr varsa yatırım vardır. Kâr varsa yeni iş

vardır. Kâr varsa büyüme vardır. Dolayısıyla

şirketini kârlı hale getirmek bence şirketin en

önemli misyonudur. Kâr yapacaksın, o kârla sosyal

yatırım yapacaksın, istihdam sağlayacaksın. Kârlı

olamazsan bunlar olmaz.

İş kaygısı yaşayan gençlere neler söylemek

istersiniz?

Ben herkese aynı şeyi söylüyorum; dönem

arkadaşlarım bana biraz kızıyorlar ama bizim

dönemimizde öğrencilik de iş hayatı da daha

kolaydı. Dediğim gibi iş aramadık. Eğer iyi bir

okulda okuduysan her zaman önünde bir iş

imkânın vardı. İş seçmenin şımarıklığını bile

yaptık diyebilirim. Şimdi onlar yok. Çok açık ki

artık işe girmek o kadar kolay değil. Ama şimdi de

kendinizi geliştirmeye yönelik olan fırsatlar daha

çok. Bizim zamanımızda iyi bir hoca bizim için en

önemli fırsattı. . Şimdi ise teknolojik gelişmelerin

sağladığı fırsatlar elinizin altında.

taraftan corperate governance ilkelerini

uygulamaya çalıştığımızın da bir göstergesidir.

SPK da aynı ilkeleri şirketlere dayatıyor.

Dolayısıyla SPK‟nın da getirdiği ilkelere uymuş

oluyoruz.

Global dalgalanmanın yarattığı piyasa

koşullarında yeni dönemin fırsatları ve riskleri

nelerdir?

Aslında risk Çincede fırsat anlamına gelir. Kriz

döneminde bile değerlendirilecek fırsatlar vardır.

Mesela iyi yönetilmeyen şirketlerin bıraktığı

pazarı ve sahip olduğu değerleri( fabrikası,

markası) iyi yönetilen şirketler kapar. Fırsatlar

şirketin nakit akışını, kredisini kurumsal olarak iyi

yöneten, krize güçlü girmiş veya kriz zamanı

olmasa bile güçlü olan şirketler için vardır. Yoksa

normal dönemlerde maçı zar zor idare eden

şirketler için bir fırsat değildir. Bizim için fırsat

nedir diye soracak olursak rakiplerin pazarlarından

pay almaktır. Rakiplerin çok borcu vardır,

varlıkları (hisse senedi, fabrikası) çok düşmüştür.

Krizden önce 10liraya alacağın şeyi 8liraya alırsın.

Fırsat budur. Yoksa yeni ürün çıkarmak için krize

gerek yoktur. Kriz iyi yönetilen, riskini kontrol

edebilen, pazarına yatırım yapabilen şirketler için

bir fırsat yaratabilir. Tabi hayatta bütün fırsatlar

değerlendirilecek diye bir kaydede yoktur. Fırsat

çıkar değerlendiremeyebilirsin, kaçan balık büyük

olur. Çünkü kriz insanları korkutur.

Yeni rekabet ortamında size göre büyümenin yolu

nereden geçiyor?

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki her şeyin temeli

büyümedir. Fakat tek başına büyümeden bir şey

olmaz. Ülkede büyüyecek, şirketler de büyüyecek.

Biz şimdi şirket bazında konuştuğumuza göre akla

ilk olarak büyüme deyince kârla büyüme

gelmelidir. Öbür türlü şişersiniz. Yaptığınız işin

kâr yaratması lazım. Çok paran olabilir, paranla

çok büyük bir yatırım yapabilirsin fakat uzun

vadede baktığımızda bu yatırım kâr getirmiyorsa

burada büyümeden söz edemeyiz. Bana göre

şirketler açısından da, ülke açısından da büyümeyi

katma değerli büyüme olarak görmeliyiz.

Bugünlerde ülkemizdeki en büyük problemlerden

biri de budur aslında. Çok hızlı büyüyoruz ancak

söz konusu olan katma değerli büyüme aslında az

bir büyüme. Bu yüzden ihracatımız artıyor,

ihracatımız arttıkça da ithalatımız daha hızlı

artıyor. Dışarıya bağlı hale geliyoruz. Bu yapıyı

değiştirmek gerektiğine inanıyorum.

10/ www.sfinance.org

yerden başlayamayabilirsin ama kendine orayı hedef

koyarak başka bir yerde deneyim kazanabilir, pratik

hayatı tanıma şansı yakalayabilirsin. İş işte öğrenilir

bir kere. İşin içine gireceksin. Bir de hangi işi

yapıyorsan iyi yapacaksın ki o seni yukarıya doğru

çeksin. Kendi adıma konuşayım; ben işimi iyi

yapmayı seviyorum. Yapıyorum, yapamıyorum orası

ayrı fakat akşam eve gittiğimde işimi iyi yaptığıma

inanıyorsam rahatça uyuyabiliyorum. Hangi iş olursa

olsun. Şöyle anlatayım size; ODTÜ'den yeni

mezunum, dünyayı ben kurtaracağımı zannederken iş

olarak çek tahsilâtı ile başladım. Benim ilk işim bu.

Önümde bir banka listesi var, karşısında da telefon

numaraları. Ben her sabah bankaları arayarak hesap

bakiyeleri alıyordum ve bunları saat 9‟a kadar benim

üst amirim olan finansman şefinin masasına

bırakıyordum. Ben üniversite mezunuydum, üstüm

ise lise mezunu. İşte artık benim, senin diye bir şey

yok. Senin CV‟nin de bir önemi kalmıyor artık. Sen

o adamın nerelerden gelip geçtiğini bilmiyorsun,

hangi işleri yaparak orayı hak ettiğini bilmiyorsun.

Senden beklenen işini iyi yapmandır. Bu nedir

aslında, senin okuduğun bölümle senden istenen iş

arasında büyük çelişkiler vardır. Bunu ilkokul

mezununa da versen yapar ama iş işte. Çünkü

şirketlerde onun yapılmasına ihtiyaç var. Onu da sana

vermişler. Önemli olan sen o işi yaparken kendinden

bir şey katıyor musun? Bütün bu konuşmanın tavsiye

kısmı aslında şu: İşinizi iyi yapmanın yolunu arayın.

Ne iş olursa olsun.

Yaşar Holding CFO’su Sn Hikmet Altan’a bizleri kırmayıp

değerli zamanını ayırdığı ve bu güzel röportajı gerçekleştirme

imkânı tanıdığı için çok teşekkür ederiz.

Röportajı gerçekleştirenler: Halil Karlı, Gözde Özer, M. Melih

Akyurt.

Her dönemin kendine göre kolaylığı, kendine göre

zorluğu, kendine göre fırsatları vardır. Bana göre

herkes iş bulur. İstisnaları göz önüne almazsak eğer

en iyisinden en kötüsüne kadar herkes iş bulabilir.

Dolayısıyla okurken iş kaygısıyla okumamak

gerekir. Bazı hocalar, bazı veliler bana

katılmayabilir fakat ben öğrencilerin okurken bunları

çok düşünmemesi gerektiğine inanıyorum. Önemli

olan okuldayken geleceğinize yönelik kendinize bir

yol çizebilmeniz, o konuda okuyup, kendinizi

geliştirebilmenizdir. Sonuçta hayatın her döneminde

yapılan işler var. Genç adam eğlenir, genç adam

gezer. Bunlardan taviz vermeyin. Öte yandan

geleceğinize yönelik hazırlık yapmayı da ihmal

etmeyin.

Bir iş görüşmesinde sizi en çok rahatsız eden şey

nedir?

Bir kere iş görüşmesinde ne iş olursa yaparım

dememelisin. Belki o duruma gelebilirsin. Bir sene

iş bulamazsın artık dersin ki ne olsa yaparım, o ayrı.

Hayatta yaşadığımız böyle zamanlar, böyle

gördüğümüz arkadaşlar yok mu, var elbette. Ama

benim fikrim, siz onu demeyin. İçinizden geçirseniz

bile demeyin. Kendinizi Hayata alıştırırken bile

böyle demeyin. Özellikle benimle karşı karşıya

oturan adayların bu cümleyi kullanmamalarını tercih

ederim.

İİBF öğrencilerine ve yeni mezunlara tavsiyeleriniz

nelerdir?

Dediğim gibi ben herkesin iş şansı olduğunu

düşünüyorum. Belki iş hayatına hayal ettiğin

11/ www.sfinance.org

First

irst of all, I would like

to explain what the

regulatory arbitrage,

which is an essential

Regulatory Arbitrage in the IMKB (Foreigners with Mustache)

F topic for the companies and anyone

who invests, is. Regulatory

arbitrage provides an ability to cut

out the costs caused by unfavorable

regulations. Also, we can say that

the loopholes of the firms in

regulatory system to capitalize the

practice are called regulatory

arbitrage. But how? Arbitrage

opportunities may be accomplished by numerous

tactics. If we look from the Turkey‟s side in terms

of regulatory arbitrage, there are good examples

which explain how Turkey is affected badly. Now

I guess you are wondering about the example.

Actually it is hidden in the topic of the article.

There is discrimination between the native

investors and foreign investors in terms of taxation

in Istanbul Stock Exchange Market. The foreigners

do not have any obligation to give tax for the

profits they get, since Turkey wants to be

attractive for foreign portfolio investment to

prevent flight of hot money. However, there is

taxation for native investors, which at least 10% of

their profits. This situation causes inequality

between native investors and foreign investors

who invest in the ISE. For instance, while

foreigners are not paying any tax for their profits

from their transactions, native investors pay 10%

of their profits from their transactions. Also the

same situation exists for the transaction of treasury

bills and bonds.

As you can guess, this discrimination

causes some problems. The Turkish investors

create accounts in foreign countries and they

invest in ISE to be tax free, which is illegal and not

appropriate. We called these kinds of investors as

the investors with mustache, who develop 30% of

equity market investors. However, the investors

immobilized with respect to investigation of

brokerage house in the USA. They declared the

situation to Turkish authority; this is called fraud

and it must have had a penalty. This exactly shows

how people avoid from regulations to have more

profit and to get improper personal benefit. This

can be named as “regulatory arbitrage”.

On the other hand, there is no

discrimination for some investment returns. For

example, there was no tax for the profit from

deposit rate and repos. Both native and foreign

investors had to pay 15% of their profit as a

withholding tax. But, foreigners reacted for this

tax and after 6 months it came into force, it was

reduced to 0% for foreigners and was drawn down

to 10% for native investors. There is one more key

point: if the both native and foreign investors hold

a share for one year, there is no any taxation for

the profit of the transaction.

The government thought that they came

over the discrimination by decreasing the

withholding tax for Turkish investors. But it is

known that it is just a decision for decreasing the

taxes instead of abrogation. Moreover, they

reduced the taxes to “0“ by entering a degree of

decision of ministerial council in 13.11.2008,

which was the publishing date of new regulation in

the official gazette. However, it did not mean that

there would not be taxes for investors in any time;

there was still withholding tax which is “0” for the

native investors. When they wanted to increase the

withholding taxes, they could also do that again by

entering a degree of decision of ministerial

council. They reduced taxes because they had

needed native investors during the 2008 crisis.

There was no increase in the ISE since there was a

crisis. There was not any profit which can be taken

from the transaction by withholding tax. Actually,

it did not change anything. Moreover this made

regulatory arbitrage opportunities pointless.

Nowadays Turkish government wants to

eliminate the discrimination of taxation between

native and foreign investors in Turkish stock

12/ www.sfinance.org

exchange. So, the constitutional court rejected the fact that foreigners have “0” taxation instead 10 % of

withholding tax and gave 9 months to authority to make a new regulation. By doing this it gave an ability to

apply a withholding tax to foreigners just like native investors. So this decision is going to eliminate the

regulatory arbitrage opportunities in the ISE when it comes in to force.

Mehmet Melih Akyurt Uluslararası Ticaret ve Finansman 3.Sınıf

[email protected]

C. Coşkun Küçüközmen ile Risk Kafe

İzmir Ekonomi Üniversitesi Uluslararası

Ticaret ve Finansman bölümü öğretim görevlisi Doç.

Dr. C. Coşkun Küçüközmen ile risklerimiz ve risklerin

yönetimi üzerine sohbet etme fırsatı bulduk. Bizlerle

bu konular üzerindeki tecrübelerini ve bilgilerini

paylaştı. Merak ettiğimiz konulardaki sorularımızı

cevapladı.

Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

İlkokul, ortaokul ve lise öğrenimimi Konya‟da

tamamladım. 1984 yılında 9 Eylül Üniversitesi

Ekonomi Bölümü‟nden mezun oldum. Üniversiteyi

bitirdikten sonra şu an sizlerin de hazırlanıyor olduğu

sınavlara girdim. Bu sınavlar yazılı ve sözlü

bölümlerden oluşan zor sınavlardı. Çünkü sınavda ne

sorulacağı hakkında hiç bir bilginiz yoktu. İnternetiniz

yoktu. Dolayısıyla bilgiye erişmek zordu. Yine de

girdiğim sınavların hepsini olmasa bile çoğunu

kazandım. Fakat tercihimi Merkez Bankası‟ndan yana

kullandım. 1986 yılında Merkez Bankası‟nda

başladığım görevden 2010 yılının Mart ayında emekli

oldum. . Emekli olana kadar geçen süre zarfında farklı

birim, kurum hatta farklı alanlarda çalıştım. Örneğin

1994 yılında Loughborough Üniversitesi‟nin Ekonomi

Bölümü‟nde yüksek lisans yaptıktan sonra 1997

yılında Exeter Üniversitesi‟nde finans üzerine doktora

yaptım. 2000-2005 yılları arasında BDDK‟da

çalıştım. Aynı zamanda Muhtelif kurum ve

kuruluşlarda da görevlendirmeler yoluyla çalıştım.

Kısacası bürokratik hayatımın tamamı Ankara‟da

geçti. Ancak iş ve finans dünyası İstanbul‟da olduğu

için, BDDK‟ da çalışırken bankalarla yapılan

toplantılar nedeniyle sık sık İstanbul‟a gidip geldim.

Onun dışında yurtdışında İsviçre‟de Basel

Komitesi‟nin Finansal İstikrar Enstitüsü‟nde

seminerler verdim. Buraya gelmeden önce de iş

hayatıyla beraber on yıl boyunca sürdürdüğüm part

time bir ODTÜ deneyimim var. Üniversite hayatı

hakkında en değerli deneyimi burada kazandım.

Merkez Bankası‟ndan ayrılmamdan altı ay kadar önce

bir karar verdim: akademiye geçecektim. Bu arada da

doçent olmuştum. “Neresi olsun? Nasıl olsun?” derken

gündemde hep İstanbul vardı. İzmir‟den de bir tek

Ekonomi Üniversitesi vardı. Hepsine başvurdum,

hepsinden kabul geldi ama kader beni buraya getirdi.

Yani İzmir‟i tercih ettim. Bilinçli bir seçim miydi?

Kesinlikle bilinçli bir seçimdi. Çünkü hakikaten

öğrenci olarak belki göremiyorsunuz ama dışarıdan

baktığım zaman İzmir Ekonomi‟de gördüğüm tek şey

vardı: Kalite! Hocaların eğitim ve nitelik seviyesi

olsun üniversitenin sunduğu imkânlar olsun hepsi çok

önemliydi. İşlerde ve sunulan hizmette büyük bir

disiplin ve ciddiyet vardı; temizlik hizmetlerinden

tutun da aklınıza gelen her şeye kadar (yemek dahil).

“Özel sektör mantığı” deniliyor buna ama her yerde

olması gereken asıl mantık budur. İlginçtir ki büyük

bir disiplin içerisinde çalışılıyor. Bu oldukça önemli

bir şeydir. Onun dışında burada ilginç bir öğrenci

profili var. Başkent öğrenci profilinin büyük bir

çoğunluğu KPSS‟yi ve kamuyu hedefler. Sadece

Ankara‟dan bahsetmiyorum. Kamu ve KPSS, en

doğudan Ankara‟ya kadar uzanan coğrafyanın

tamamının hayalidir. Burada ise öğrenci biraz daha

kendi ayaklarının üzerinde durmak istiyor. “Ben ne

yapabilirim?„‟tarzında düşünüyor. Benim gözlemim

bu yönde fakat ne kadar doğrudur ne kadar yanlıştır

bilemiyorum. Burada kamunun sunduğu iş

olanaklarını ve kamu sınavlarını önemseyen kesim

başkentteki kadar çok değil. Bu noktada size katkım

belki farkındalık seviyenizi arttırmak olabilir diye

düşünüyorum. Bazı şeylerin varlığından haberdar

olmanız gerekiyor. Mesela en temel hedefim sizlere

farklı bir doku, farklı bir bakış açısı kazandırmaktır.

Yani göremediğiniz ama var olan tarafları görmenizi

sağlamak… Bir takım sınavlar var, dereceler var ve

önünüzde daha uzun yıllar var. Normalde ben şu

anki gözlüğümle baktığım zaman iş hayatınızda

korkutucu bir kırk yıl görüyorum. Korkutucu derken

rekabetin acımasız olduğu, ayakta kalabilmek için

sürekli kendinizi yeni bilgi, kavram ve modellerle

donatmanızın gerektiği bir iş hayatından söz

ediyorum. Sürekli yenilenme halinde olmalı ve

aldığınız her bilgiyi anında kullanabilecek düzeyde

14/ www.sfinance.org

olmanız gerekmektedir. Aksi takdirde, derslerde

de sık sık yaptığım bir espri var, “efendim kendimi

sıkmamıza ihtiyacımız yok, memuriyet hayatına

başlarız, memur bir hayat arkadaşı bulur, evlenir

mütevazı bir şekilde hayata devam ederiz”

zihniyetiyle sınırlı kalırsınız. Bu da bir tercihtir ya

da hayat insanı bu noktaya getirebilir. Bu kötü bir

şey değil. Ama bu kadar okuyup, bu kadar emek

veriyorsunuz. Bunun karşılığını mutlaka belirli

fikirleri edinmiş bir şekilde biraz daha saldırgan,

biraz daha hırslı, biraz daha kararlı, biraz daha

zamanın ve beraberinde sağlığının kıymetini bilen

insanlar olarak vermeniz gerekiyor. İşte bunları da

ders arasında zamana yayarak dizilerin gizli

reklam uygulaması gibi sizlere iletmeye

çalışıyorum.

Hayatımızın her alanında risklerin olmasına

rağmen, riskin yönetilmesi konusunda çok

eksiklerimiz var. Bizlere risklerimizi yönetmek

konusunda yapabileceklerimizden bahseder

misiniz? Hayatımızın her anında, her dakikasında, her

saniyesinde risk vardır. Bir riski yönetebilmeniz

için, klasik bir söylem olacak ama riskin farkında

olmanız gerekmektedir. İkinci aşaması nedir

bunun? O risk gerçekleştiği zaman durumunuzun

ne olacağıdır. Mesela şu an hepimiz depremle ilgili

riskin fakındayız. “Deprem olursa ne olur?” çok

genel bir sorudur. Depremin hangi seviyede

olacağı, iş sahibiyseniz iş yerinizin depremden

etkilenip etkilenmeyeceği, hatta deprem sırasında

sizin nerede olacağınız bile önemlidir. Dolayısıyla

biraz ince ayar yapmanız gerekiyor. Risklerle ilgili

olarak alınabilecek önlemler nelerdir? Bir takım

şeyler vardır, alacağınız basit önlemlerle

çözümleyebilirsiniz. Mesela bugün arabamla okula

gelirken kulağında kulaklıkla dolaşan ve telefon

görüşmesi yapan bir kişiyle burun buruna geldim

ve durdum. Arabaya çarpma raddesine gelince

irkilen insanlar var ve bunlar sırf kulaklık

yüzünden ne motor sesini ne de araba sesini

duyamayacak olup bunu hesaba katmayan

insanlar. Bu basit ama insanın hayatına mal

olabilecek bir risktir. Günlük hayatta en çok

karşılaştığımız risk trafik riskidir. Trafik kazaları

hem beklenmedik bir zamanda olur, hem çok hızlı

olur, hem de verdiği hasar çok yüksek olur. Sizin

de hayatınızda yönetmeniz gereken risklerin

başında, derste söylediğimin tam aksine bir şey

söyleyeceğim bu söyleşiye mahsusen, ruh

sağlığınızı yönetememe riski vardır. Bu olmadığı

zaman hiçbirisi olmuyor. Çünkü ruh sağlığınızdan

sonra beden sağlığınız geliyor. Mesela bazı

firmalar işe alım sınavlarında size spor yapıp

yapmadığınızı sorarlar. Spor yapmıyorsanız

kendinizi iyi yönetemiyorsunuz demektir. Spor

Spor yapmaktan kasıt illa profesyonel olmak

değildir. Bir fitness center‟a üye olmak, düzenli

yürüyüş yapmak, yüzmek bile olabilir... Belki yine

derslerde denk gelmişsinizdir, yapmış olduğunuz

spor türüne göre de insanlar sizi

sınıflandırabiliyor. Ata biniyorsanız zor olan

şeyleri yönetmek konusunda bir yeteneğiniz var

demektir. Okçuluk yapıyorsanız hedef ulaşmada

mükemmeliyetçisinizdir. Kolektif bir spor

yapıyorsanız, basketbol veya voleybol gibi, ekip

çalışmasına yatkınsınızdır. Paraşüt yapıyorsanız

risk alabilme ve risk yönetebilme yetileriniz

gelişmiş demektir. Dolayısıyla bu da sizin için bir

ipucudur. Hiçbir şey yapmıyorsanız o da bir

ipucudur. Bu seferde işveren “kendine bakmayan

adam iş yapmaz, hiçbir risk almıyor, hayatın

keyiflerinden mahrum kalıyor.” diye düşünebilir.

Dolayısıyla yapmanız gereken şey farkındalık

seviyenizi arttırmaktır. Farkındalık seviyenizi de

gözlemleyerek, okuyarak, nitelikli konuşmalar ve

sunumlar dinleyerek ve nitelikli programlar

seyrederek arttırabilirsiniz. En önemlisi, her zaman

not tutmanız ve bunu alışkanlık haline

getirmenizdir. Hayatınıza ait bilgileri

topluyorsunuz ve kendinizin biyografisini

yazıyorsunuz. Benim 1986 yılından beri tuttuğum

bloknotlarım var. Ben o notları tutmasam benim

yerime notlarımı tutacak başka biri de yok. Ben

sürekli adam çalıştırmıyorum, padişah değilim ki

bir Vak'a-Nüvis gibi otursun “ Padişahımız bunu

yedi, bunu içti, bunu yaptı, şuraya sefer

düzenledi.” diye yazsın. Sen kendin yapacaksın

bunu. Hele şuan teknolojinin bu kadar ilerlemiş

olduğu bir ortamda bunu yapmak çok daha kolay

artık.

Türkiye Risk yönetimi konusunda nitelikli iş

gücüne ihtiyaç duymaktadır. Şirketler risk

yönetiminin önemini yeni kavrayıp bu konuda

ciddi yapılanmalara gitmeye başladılar. Bu

yüzden risk yönetimiyle ilgilenmek isteyen

öğrencilere neler söyleyebilirsiniz?

Risk yönetimi dediğiniz zaman ele alınması

gereken iki konu vardır. Bunlardan bir tanesi işin

felsefi boyutu; algılayabileceğiniz bir şeymiş gibi

gözüken ama aslında çok daha derin olan bir

konudur. Risk nedir, nelerden kaynaklanır, nasıl

kontrol edilebilir, nasıl yönetilebilir? Bir diğeri ise

işin sayısal boyutu; bir veri kullanarak, geçmiş

gözlemlere dayanarak riskin tekrarlanma

olasılığının hesaplanmasından geçer. Bunun için

de basit olasılık hesapları kullanırsınız. Paranın

yazı tura gelme olasılığı gibi. Mesela bir torbanın

içine atılan farklı renkte toplar vardır. İlkini

çektikten sonra geriye kalanlar için olasılık yeni

15/ www.sfinance.org

baştan düzenlenir; hep yeni baştan. Ama hayat böyle

oradaki o zincirlemeler gibi değildir. Bir an bir olay

oluyor; Lehman Brothers batıyor, her şey

darmadağın oluyor. Şunu demek istiyorum ki bu

olaylar hiç beklenmedik risklere karşı sizi

güçlendiriyor. Farkındalık seviyenizi artırıyor.

Dolayısıyla bununla ilgili olarak da mutlaka

profesyonel kurumlarca düzenlenen yeterlik/sertifika

sınavlarına girmelisiniz. PRMIA, GARP gibi risk

yönetimi sertifikalarının yanı sıra CIA gibi iç

denetim konusunu da düşünebilirsiniz. İlgili siteleri

sürekli takip eder vaziyette olmanız gerekiyor. Bu

konuyla ilgili düzenlenen ne kadar eğitim, seminer

varsa katılmanız gerekiyor. Çünkü bu risk konusu

belli bir kitaptan, kaynaktan ya da sadece bir

dersten, hocadan öğrenilecek bir şey değildir. Çok

farklı noktalardan beslenmek zorundasınızdır; tıpkı

gıda gibi. Tek yönlülük problemlere sebep olur.

Bilimsel çalışmalarda insan farklı taraflara farklı

kaynaklara bakmak zorundadır. Bu konuda kendini

iyi yetiştirebilmek için fırsatları kollamak gerekir.

Mesela bir firma kurulmuş, bakıyorsunuz her şeyi

tamam ama risk yönetimi diye bir birimi yok; işte

size iş imkânı! Size tavsiyem çoklu saldırı

yapmanızdır. Her gördüğünüz şeyde, her

dinlediğiniz olayda bir şey yakalamaya çalışın.

Birtakım şeylerin bir öz fikri vardır, onları

nasıl uygulayacağız ki? Basel 3‟ün risk anlayışına

getireceği yeniliklere gelirsek; zaten Basel 2 ile

başlayan süreç bankacılıkta risk yönetimi konusunda

çok ciddi bir bilinçlenme yarattı ve bankaların

hepsinde birer risk birimi açılmasını sağladı. Eğer

olması gerektiği yerde mi diye sorarsanız; daha kat

edecek mesafenin çok olduğunu söyleyebilirim.

Çünkü Türkiye‟de geleneksel anlamda bir risk

kültürünün oluşması gerektiğini düşünüyorum. Yani

kaderci anlayıştan sıyrılıp, “eğer olursa ne gibi

sonuçlar doğurur” anlayışına geçilmelidir. Risk

yönetiminin algılarının açık olduğuna dair en önemli

göstergesi sigortadır. İngiltere ve İsviçre ile

karşılaştırıldığında sigortanın Türkiye‟de çok küçük

bir sektör olduğunu söyleyebiliriz. Yani kısaca olayı

anlatmak gerekirse asıl sürpriz ve bu konudaki en

önemli mesele işleyişin karmaşıklaşmasıdır. Basel -3

ten verimli bir sonuç alabilmek için Basel-3‟ün

zaman geçirmeden çalışılmaya başlanmasının, hatta

bankaların bunu kendilerine denetim otoritesinden

bir yaptırım gelmeden, kendiliklerinden uygulamaya

başlayıp sonuçlarını gözlemlenmesi gerektiğini

düşünüyorum.

‘Riski en iyi kim yönetebilir?’ sorusuna

kadınların son yıllarda verdiği cevaplar, kriz

sonrası yönetiminde kadınların öne çıkacağı

düĢüncesini akıllara getirdi. Siz kadınların risk

yönetimi konusundaki bu öne çıkıĢını nasıl

değerlendiriyorsunuz?

Bununla ilgili Wall Street‟ i kadınlar yönetseydi ne

olurdu sorusu vardı. Ben kendi adıma bu risk

yönetimi işinin cinsiyetle alakalı olmadığını

düşünüyorum. Ama bazı deneysel gözlemlerden

çıkan sonuçlar kadınların bazı şeyleri daha iyi

yönettiğini gösterebilir. Eğer iş saldırgan taraftaysa

agresif kadın yöneticiler de var. Eğer riski en iyi kim

yönetebilir sorusunu cinsiyet açısından soruyorsanız

bir cevabım yok. Ama riski yönetebilmek için bence

sahip olunması gereken üç tane temel unsur var;

bunların olmazsa olmazı bilgi, ikincisi deneyim,

üçüncüsü ise sezgidir ve işin içinde olunması

gerektiğini düşünüyorum. Mesela ben bir denetim

otoritesinde çalışıyorsam ve hayatım boyunca hep

orada çalışmış ve hep teoride kalmışsam, gerçek

dünyadaki insanların nasıl risk alıp, riski nasıl

yönettiğini hiç hissetmemişsem ve o tehlikeyi hiç

yaşamamışsam riskin gerçek anlamda nasıl

yakalamaya çalışın. Bir şeyi anlamak başka, altında

yatanı anlamaya çalışmak başka. Mesela Nobel

ödüllü makaleleri okuyorsunuz. İngilizceniz

yeterliyse anlayabilirsiniz ama altında yatan

felsefeyi yakalayamazsanız anlamış olmanız da bir

şey ifade etmez.

Basel-3 ün uyarlanmasında Türkiye’yi ne gibi

sürprizler bekliyor? Sizce Türkiye bu

sorumlulukların altından baĢarıyla kalkabilecek

mi? Basel-3 Türk bankalarının risk anlayıĢına ne

gibi yenilikler getirecek?

Türkiye de dâhil olmak üzere gelişmekte olan

ülkeleri bekleyen en büyük sürpriz; düzenlemenin

giderek karmaşık hale geliyor olması ve bu

düzenlemenin denetiminin gereğince yapılamayacak

olmasıdır. Hele bu karmaşık düzen içinde herkesin

aynı şeyi anlaması pek de mümkün görünmüyor.

Basel -3‟ün de en büyük riski budur. Eğer bunu

denetleyemiyorsanız sistemin gidişatını da

bozarsınız. Örneğin; Türkiye‟de çok ciddi trafik

kuralları uygulamaya konulur ve yeterince

denetlenilemezse bu durum karmaşıklığa sebep olur;

çünkü bir kısım kurallara uyarken bir kısım kuralları

ihlal edecektir. Şu an Türkiye‟de uyulması gereken

en basit kural: kırmızıda durmak ve yeşilde

geçmektir. Ancak daha bu kuralı bile

uygulayamıyoruz, zaten karmaşıklıklar içerisinde

nasıl uygulayacağız ki? Basel 3‟ün risk anlayışına

getireceği yeniliklere gelirsek; zaten Basel 2 ile

başlayan süreç bankacılıkta risk yönetimi konusunda

çok ciddi bir bilinçlenme yarattı ve bankaların

hepsinde birer risk birimi açılmasını sağladı. Eğer

olması gerektiği yerde mi diye sorarsanız; daha kat

edecek mesafenin çok olduğunu söyleyebilirim.

16/ www.sfinance.org

yönetileceği hakkında pratik bir bilgiye sahip

olamam. Yani özetle belirli bir yönetim felsefesi

olmalıdır. Bugün birçok firma çok iyi yönetilip bir

günde batabiliyor. Bunun sebepleri ise riski fark

edememeleri ve yaklaşan tehdidi

görememelerinden kaynaklanmaktadır. Bu duruma

sel felaketlerini örnek olarak verebiliriz. Selin

oluşup, başlaması ile sizi önüne katıp götürmesinin

arasında çok kısa bir zaman dilimi vardır. Bu

durumda erken uyarı sistemi bile fayda

etmeyebilir; çünkü sel çok geniş bir alanı

kaplayarak geliyorsa yapacak bir şeyiniz yoktur.

Dolayısıyla sizin sel gelmeden önce sele maruz

kalma ihtimali nedir ona bakmanız gerekir. Bunu

uygulayabilmek ise ancak olaylara daha geniş bir

perspektiften bakabilmekle mümkündür.

Bugün birçok arkadaĢımız iĢ baĢvurularını

yaptıktan sonra ön elemeleri ve sınavları

baĢarılı bir Ģekilde geçip mülakatlarda yok yere

eleniyorlar. Bunun sebepleri nelerdir ve nasıl

üstesinden gelinebilir?

Şimdi bu güzel bir soru, bence son noktaya kadar

gelmenin ve orda elenmenin en büyük nedeni

derse aktif katılımın olmaması, ders açısından

dersin aktif katılım gerektirmemesidir. Yani derste

zaten herkes oturup dinliyor, not alıyor. Mesela

gözlemlediğim bir şey, sınıfa gelindiğinde herkes

mümkün olan en uç noktaya oturuyor, kendini

adeta sınıftan soyutluyor. Bu bir davranış şeklidir,

belki de bir kaçıştır (tercih de olabilir). Bence

derse ve sınıfa ait olamamadır. Şimdi bu kaçısın

sonucunda dikkat edin mülakatta başarısız olan

insanlar eminim hep o köşelerde oturanlardır

(istisnalar kaideyi bozmaz). Arka sıraları tutup ön

sıralara gelmeyenlerdir. Öğrenci derse aktif olarak

katılıp “böyle saçma soru olur mu?” cevabını

hocadan almasına rağmen on defa daha soru sorup,

tartışabiliyorsa bu bir hazırlıktır. Dersin içinde

olmalısınız. Bir de Üniversite‟de neredeyse her

gün bir seminer, konferans ve ya konuk konuşmacı

var. Kaçını takip ediyorsunuz. Bunları

gündeminize, programınıza alıyor musunuz? Şans

çoğu zaman burnunuzun dibinde oluyor ama

kaçırıyorsunuz, zira görmüyorsunuz, farkında

değilsiniz. Kapımda Finansal Mühendislik

Konferansı‟nın duyurusu 6 aydır var, biliyorsunuz,

düzenledik, uluslar arası boyutta bir

organizasyondu. Odama gelen ve hatta kariyeri

konusunda bana danışmak isteyen bir öğrenciye

sordum, katıldın mı diye, ilk kez sizden

duyuyorum dedi. Odaya girdiği kapının üzerindeki

posteri bile merak edip okumayan bir öğrenci

modelini düşünemiyorum! Mesela ben size ders

anlatmakla yükümlü değilim, kendimi öğretmekle

yükümlü görüyorum. Bu konuda tabiri caizse

emek veriyorum, fazladan kafa yoruyorum.

Öğrencilerimin üzerinde farklı öğretme yöntemleri

deniyorum. Daha aktif, daha görsel, daha

konuşturmaya dayalı şeylere yöneliyorum, fakat

çıt yok. Okullar mülakatlara hazırlıktır. Daha

agresif olacaksınız. Şu sıralarda 4 sene boyunca

hocalarla yeterince tartışmamış, konuklarla yeterli

diyalogu kuramamış ve yeteri kadar soru

soramamışsanız mülakatta sorulan sorulara cevap

veremezsiniz, çünkü hazırlıksızsınız. Şimdi mesela

bana deseler ki hadi kalk giy spor ayakkabılarını,

100 metre koşalım. Ben koşabilir miyim?

Koşamam; çünkü hazırlığım yok. Bu bir

antrenman meselesidir. Ben mülakata

hazırlanıyorum değil, ben hayatımın birçok

17/ www.sfinance.org

http://www.coskunkucukozmen.com

noktasına eş zamanlı

olarak hazırlanıyorum

demelisiniz. Düzenlenen

seminerleri, konferansları,

sosyal etkinlikleri(opera,

tiyatro, v.b.)

kaçırmamalısınız. Bunların

hepsi, ortaya bir şey

çıkardığı zaman sizi

güçlendirir. Ayrıca mülakat

sırasındaki duruşunuz bile o

heyetin sizi alıp

almamasında belirleyici bir

rol oynar. Önemli olan niye

kaybettiğini bilmek ve daha

iyiye hazırlanmaktır.

Öğrenciler dünyanın her

yerinde mazeret üretmekte

çok başarılılar.

Mazeretlerin arkasına

sığınmamalısınız. Mesela

haftalık Ekonomist, Para,

Bloomberg Businessweek

dergisini kaç öğrenci takip

ediyor? Bunu devamlı takip

edebilen öğrenci bu işi

kazanır; çünkü mülakat

soruları/konuları buralardan

geliyor. Bu gibi dergileri

takip etmek, gündemi takip

edip yorumlamak çok

önemlidir Faturayı karşı tarafa çıkarmanın bir faydası yoktur. Kişi kendini sorgulamalı, başarısızlığı kendinde

aramalıdır. Hangi sahada, hangi ortamda hazırlanıyorsunuz? Rakipleri ve ortamı iyi tanımak gerekir.

Yaşadığınız çevrenin farkında olmalısınız, bulunduğunuz ortamı özümsemelisiniz. Öğrenciler tek yönlü

değil, çok yönlü beslenmelidirler. Yani ben sadece bu olacağım, ben sadece şu olacağım dememelisiniz.

Benden birçok şey olabilir demelisiniz. Yarın bir gün tek diploma ve bir kaç kitap sizi istediğiniz yere

götürmeyecektir. Asıl bakış açınız, zenginliğiniz, olayları farklı yorumlayışınız farkı belirleyecektir.

Değerli hocamız Doç. Dr. C. Coşkun Küçüközmen’e bizlere göstermiş olduğu ilgiden ve vermiş olduğu desteklerden

dolayı Sfinance ekibi olarak çok teşekkür ediyoruz.

(Röportajı gerçekleşmesinde emeği geçen arkadaşlarımız: Umut Dilemre, Semih Pek, Gözde Özer, Halil

Karlı, M. Melih Akyurt, Büçke Deniz Menteşe, Birce Dobrucalı.)

18/ www.sfinance.org

Spekülasyonlar ve Ekonomik Bunalımlar: Lale Çılgınlığı

Spekülasyonlar Kaldor‟un

klasik tanımında sözünü ettiği

gibi bir malın kullanımı ile

ilgili olarak ortaya çıkacak

yarardan değil, geçerli olan

bir fiyattaki değişim

umudundan

kaynaklandığında, ilerideki

bir tarihte malın yeniden

satılması veya alınması

niyetiyle ticari bir işleme konu

haline gelmesidir. Ancak,

spekülatif hareketler

neticesinde piyasa fiyatları

olabilecek en üst seviyelere çıkarken piyasaya olan talep azalmakta ve bu durum

beraberinde fiyatların ani düşüşünü getirmektedir.

Ekonomik balonlar, yukarıdaki grafikte de

açıklandığı üzere dört ana bölümde ele alınmalıdır:

gizlilik evresi, farkındalık evresi, çılgınlık evresi ve

sönme evresi. İlk evre olan gizlilik evresinin ana

özelliği fiyattaki spekülatif hareketlenmenin henüz

yatırımcıların tümü tarafından dikkat çekmemiş

olmasıdır. Bu evrede, söz konusu olan mala yatırım

yapan yatırımcılar spekülatif hareketlenmelerden en

çok karı elde edenlerdir. Gizlilik evresini ilk elden

çıkarma hareketlerini barındıran farkındalık evresi

izler. Farkındalık evresinde yatırım yapılan malın

aslında bir balondan ibaret olduğunu fark eden

yatırımcılar ilk elden çıkarma girişimlerinde

bulunurlarken, spekülatif hareketlenme kısa

dönemde yüksek kar amacı güden diğer

yatırımcıların ilgisini çekmeye başlar. Çılgınlık

evresinde ise yatırım için yeterli kaynağa sahip olan

ya da yeterli kaynağa erişebilecek olan hemen her

kesimden yatırımcı fiyatları zirve noktasına taşır.

Analiz gücü yüksek olup bir sonraki evrenin sönme

evresi olduğunu kestirebilen yatırımcılar, ellerindeki

malı zirve fiyatından diğer yatırımcılara satarak

ekonomik balonun en karlı satış işlemlerini

gerçekleştirirler. Bu evrede yatırımlarını geri

çekmeyen yatırımcılar ise sönme evresinde fiyatların

normal düzeyin de altına düşmesiyle zarar ederler.

Ekonomi tarihinin ilk spekülasyonu olarak

kabul edilen ve İngiliz gazeteci Charles Mackay‟ın

Olağanüstü Kitlesel Yanılgılar ve Kalabalıkların

Çılgınlığı çalışması ile popüler olan Lale Çılgınlığı,

başta Hollanda olmak üzere bir çok Avrupa ülkesini

etkisi altına almıştır. Kısa vadede zengin olma

güdüsü ile ortaya çıkan Lale Çılgınlığı ve

benzer spekülatif balonlar tarihte varlıkların el

değiştirdiği bir çok piyasada çeşitli mallara hücum

şeklinde görülmüştür. Bu bağlamda ortaya çıkan ve

ilk kitlesel çılgınlık olarak tanımlanan Lale

Çılgınlığı, Hollanda ekonomisini uzun vadeli bir

krize sürüklemiştir.

Lâle soğanı fiyatlarının aşırı derecede

yükselip, düşüşe geçtiği dönem "lâle çılgınlığı"

olarak adlandırılmaktadır.1634–1637 yılları arasında

yaşanan Lâle Çılgınlığı 1637 yılının Şubat ayında

doruk noktasına ulaşmıştır. Bu dönemde bir lâle

soğanı karşılığında takas için teklife sunulduğu iddia

edilen mal sepetinin toplam tutarı 2500 Florin idi. O

dönemde 2500 florin nitelikli bir çalışanın yıllık

gelirinin yaklaşık 10 katına tekabül etmekteydi.

1Florin = 10.28 Euro, Kaynak: International Institute of Social

History)

1600‟lerde artan lâle

popülerliği tüm halkın

dikkatini çekmeyi

başarmıştı. Mackay‟in

"nüfusun tamamı en alt

kesimlerine kadar lâle

ticaretine girdi” sözlerinden

de açıkça anlaşılabileceği

gibi bu çılgınlık giderek

artıyordu. 1636 yılında lâle

soğanları Hollanda‟nın

çeşitli bölgelerinde satışa

sunulmuştu ve bu sayede

toplumun tüm üyeleri adeta

lâle ticaretine teşvik 1600‟lerde artan lâle popülerliği tüm halkın

dikkatini çekmeyi başarmıştı. Mackay‟in

"nüfusun tamamı en alt kesimlerine kadar lâle

20/ www.sfinance.org

Yandaki grafikte 12 Kasım‟a kadar olan süre

zarfında gizlilik evresinin yaşandığı

gözlemlenirken, 12 – 25 Kasım aralığında

farkındalık evresine adım atılır ve 25 Kasımdan

itibaren çılgınlık evresine geçilir. Görüldüğü üzere

lâle soğanına olan ilgi 3 Şubat‟a kadar artarak

devam etmektedir ve 3 Şubat‟ta doruk noktasına

ulaşmaktadır. Bu tarihten itibaren düşüş evresine

adım atan piyasa 1 Mayıs tarihine kadar düşüşünü

sürdürür.

Lâle soğanı sözleşmeleri için

standartlaştırılmış fiyat endeksi Earl Thompson

tarafından oluşturulmuştur. Thompson‟ın elinde 9

Şubat ile 1 Mayıs arasındaki fiyat verileri

bulunmadığından düşüşün şekli bilinememektedir.

Fiyatlar bilinmese de lâle piyasasının Şubat

ayından itibaren aniden çöktüğü açıktır.

ticaretine girdi” sözlerinden de açıkça anlaşılabileceği gibi bu çılgınlık giderek artıyordu. 1636 yılında lâle

soğanları Hollanda‟nın çeşitli bölgelerinde satışa sunulmuştu ve bu sayede toplumun tüm üyeleri adeta lâle

ticaretine teşvik edilmişti. "Bir çok kişi aniden zengin oldu. Herkes lâle tutkusunun sonsuza kadar

süreceğini, dünyanın her tarafından zenginlerin Hollanda‟ya gelerek ne fiyat istenirse istensin ödeneceğini

hayal etti. "

Dünyanın en ilginç soğanını inceliyorum.” cevabına “O bir Admiral Van der Eyck.” diye karşılık verir.

Nazikçe teşekkür eden kaşif, gördüğü bu ilginç soğanın adını kaydetmek için not defterini çıkarır ve

ev sahibine ülkelerinde bu soğanların yaygın olup olmadığını sorar. İngiliz kaşif bu tür soğanların ülkede

oldukça yaygın olduğunu, isterse kendisine hepsini gösterebileceğini söyleyen ev sahibinin teklifini kabul

eder. Sokakları ve insan güruhlarını geçtikten sonra kaşif ev sahibin kendisini yargıcın huzuruna getirdiğini

fark eder ve merakına yenik düşerek parçalara ayırdığı soğanın dört bin florin değerinde olduğunu öğrenir.

Üzerinde araştırma yaptığı lale soğanının değeri olan dört bin florin karşılığında senet imzalayana kadar

hapiste tutulur. Bu, lale çılgınlığının geldiği noktayı en iyi açıklayan anekdotlardan bir tanesidir.

Sahip oldukları lâle soğanlarına, daha yüksek kar marjıyla alıcı bulmayı umut eden halk fiyatları gitgide

yukarı çekiyordu. 3 Şubat 1637 tarihine gelindiğinde, lâle soğanlarına olan ilgi, yüksek fiyatlar ve çeşitli

kaygılar dolayısıyla düşüşe geçti ve böylece spekülatif balon patladı. Bunun akabinde lâle talebi tamamen

dibe vurarak, fiyatlarda ani bir düşüş yaşanmasına sebep oldu. Yüksek kar beklentisi ile hareket eden halk

ise ellerinde lâle soğanları ile kalakaldı. Panikleyen spekülatörler hükümetten yardım isteyerek, lâle

sözleşmelerinin yüzde on fiyatla iptal edilebilmesini sağladı.

anekdotlarla desteklenmektedir. Bu anekdotlardan

bir tanesi aynı zamanda meraklı bir botanist olan

İngiliz kaşif ile ilgilidir. Hollanda gezisi sırasında

varlıklı bir Hollandalı‟nın bahçesinde gördüğü lale

soğanını küçük cep bıçağı ile soyup inceleyen kaşif,

soğanı daha küçük parçalara ayırarak incelemeye

koyulur. Bu sırada durumu fark eden ev sahibi

hışımla İngiliz kaşifin yanına giderek ne yaptığını

sorar. “

Ne yazık ki, tüm tarafları tatmin etmek

oldukça zordu, bu yüzden halkın büyük bir kısmı

ciddi zararlara uğradı. Lâle çılgınlığı son

bulduğunda, Hollanda derin bir ekonomik bunalımın

içine girmişti.

Charles Mckay‟in “Olağanüstü Kitlesel

Yanılgılar ve Kalabalıkların Çılgınlığı” adlı

kitabında lale çılgınlığının ulaştığı nokta çeşitli

www.sfinance.org

21/

Birce Dobrucalı Uluslararası Ticaret ve Finansman 3.Sınıf [email protected]

Cansu Yılmaz Uluslararası Ticaret ve Finansman 3.Sınıf [email protected]

( Lâle çılgınlığı ile başlayan spekülatif balonlar, yatırımcıların kısa vadede zengin olma güdüleri nedeniyle

hiçbir zaman son bulmamıştır. Yukarıdaki Güney Denizi ve ABD Mortgage Balonlarını gösteren grafikler de

son bulmayan spekülatif balonların birer kanıtıdır)

Güney Denizi Balonu Amerika Birleşik Devletleri Mortgage Balonu

Yukarıdaki ilk grafik 18. yüzyılda Güney Amerika‟da yürütülen ve İngiliz kökenli bir anonim şirketi olan

Güney Denizi‟nin (South Sea) yarattığı spekülasyonu anlatmaktadır. 1720 yılında şirketin hisse senetleri

üzerinde yapılan spekülasyonlar büyük bir finansal krize, bu krizin sonucunda da “güney denizi balonu”

olarak bilinen ekonomik soruna yol açmıştır. 1720 yılında görülen güney denizi spekülasyonunun bir

benzeri olan mortgage krizi verileri ise ikinci grafikte açıklanmaktadır. 2007 yılında Amerika‟da yaşanan

subprime mortgage krizi, kredi notu düşük olan vatandaşlara dağıtılan kredilerin geri ödemelerinin

alınamaması üzerine patlak vermiştir. Mortgage piyasası kredilerin verildiği birincil piyasa ve menkul

kıymetlerin işlem gördüğü ikincil piyasaları kapsamaktadır. Birçok yatırımcının katıldığı bu piyasa

başlarda her ne kadar karlı gibi gözükse de, durumun bir ekonomik balondan ibaret olduğunun anlaşılması

uzun sürmemiştir. Esas amacı dar gelirli vatandaşlara uzun vadeli kredilerle ev sağlamak olan mortgage

kredilerinin finansal kurumlar aracılığıyla, kredi notuna bakılmaksızın her vatandaşa verilmeye başlanması

krizin de başlangıcı olmuştur.

Lale çılgınlığı ile ayni özellikleri taşıyan bu iki spekülatif balon, yıllar geçse dahi yapılan hatalardan ders

alınmadığının ve kısa dönemde büyük kar elde etme güdüsünün hiç değişmediğinin bir kanıtı

niteliğindedir.

www.sfinance.org

22/

“Deyim yerindeyse tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkânı. Hacettepe

Üniversitesi’nden hocam rahmetli Tuğrul Çubukçu, bana yıllar önce, ‘Oğlum

sen bu mikrobu kaptın bir kere; er ya da geç akademiye döneceksin. Söylemedi

deme; göreceksin’ demişti.”

Emin Akçaoğlu Bizlerle

Kariyer, Eğitim ve Güncel

Konular Hakkındaki

Görüşlerini Paylaşıyor.

Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

On beş yıl bankacılık sektöründe çalıştım.

Üniversiteyi çok sevdiğim için döndüm dolaştım

üniversiteye geldim. Deyim yerindeyse tilkinin

dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkânı. Hacettepe

Üniversitesi‟nden hocam rahmetli Tuğrul Çubukçu,

bana yıllar önce, “Oğlum sen bu mikrobu kaptın bir

kere; er ya da geç akademiye döneceksin. Söylemedi

deme; göreceksin” demişti. Dediği gerçekten de

doğruymuş; yıllar sonra yeniden akademik hayata

döndüm. Aslında endüstrideyken de üniversiteden

hiç kopmadım. Daha önce Başkent ve Çankaya

üniversitelerinde dersler, başka üniversitelerde

seminerler verdim. Örneğin, Koç Üniversitesi‟nde

Executive MBA Programı‟nda düzenli seminerler

verdim. Bütün bu tecrübeler esnasında hep „er ya da

geç bu işi yapmalıyım çünkü bu işten gerçekten

keyif alıyorum‟ diye düşündüm.

Daha önce Türk Eximbank’ta görev aldınız ve

şimdi akademisyen olarak görev yapmaktasınız.

İkisini karşılaştırdığımızda benzer ve farklı yönleri

nelerdir? Akademisyenlik ve iş hayatına atılmak

arasında kalan öğrencilere tavsiyeleriniz nelerdir? Ben hem endüstriyi hem de akademisyenliği

biliyorum. Şöyle bir görüşüm var: İkisini

karşılaştırdığımız zaman akademisyenlik bir defa

endüstriye kıyasla kendinizi daha özgür hissettiğiniz

bir yer. Eğer okumayı, yazmayı, öğrenmeyi ve

öğretmeyi seviyorsanız akademi muhteşem bir yer.

Eğer aklınızın bir kenarında evet ben de öğrenmeyi

çok seviyorum gibi bir düşünce varsa

akademisyenlik iyi bir seçenek olarak düşünülebilir.

Mesela ben öğrenciyken

Üniversitede sürekli arkadaşlarıma ders anlatırdım.

Öğretmenliğe daha o zamanlarda başlamışım

aslında. Birisi bu konuyu anlamadım diye gelince

ben de zevkle yardımcı olurdum. Sizlerin de ders

anlatmaya eğilimi var mı? Okumayı seviyor

musunuz? Bundan keyif alıyor musunuz?

Öğrenmeyi seviyor musunuz? Bu soruların cevabı

çok önemlidir. Öğrenmeyi sevmeyen birinin

öğretmeyi sevmesi zordur. Yeni şeyleri merak

ediyor musunuz? Araştırma yapmayı seviyor

musunuz? Kafanızın içinde sürekli sorular var mı?

İşte akademisyenlik böyle bir şeydir. Peki ya

endüstri nasıl bir yer? Gündelik hayatın

koşturmacası o ortamda çok daha yoğun

hissediliyor. Sürekli telefonlar çalıyor, müşteriler

geliyor, sorular soruluyor... İş ortamında ekip

çalışması akademidekinden çok daha belirgin

biçimde gerekiyor. Fakat akademisyenlikte bir

odadasınız, kendiniz çalışıyorsunuz, araştırma

yaparken birileri ile iş birliği yapıyorsunuz ama ders

verirken yalnızsınız. Tabi ki yine öğrencilerinizle

birlikte olmak, onları anlamak zorundasınız. Onlarla

işbirliği yapmak zorundasınız ama neticede,

akademisyenlik daha bağımsız çalışılabilen bir

ortam sağlıyor. Endüstri zamanın çok daha hızlı

aktığı, çok daha yoğun ekip çalışması gerektiren bir

ortamdır. Büyük çoğunluğunuz endüstride çalışmak

istiyorsunuz. Bu kötü bir şey mi? Hayır değil. Orada

da bir takım cazip şeyler var. Mesela genel olarak

endüstride kazancınız daha yüksek olabilir.

Akademisyenliğe kıyasla daha çok para

kazanabilirsiniz. Endüstride daha hareketli bir

hayatınız olabilir. anlamda işinizle bağlı olarak yurt

24/

Değerli hocamız Yrd. Doç. Dr. Emin

Akçaoğlu ile gerçekleştirdiğimiz

röportajımızda kendisi bizlerin

sorularını büyük bir titizlikle

cevapladı. Bu güzel röportajı sizlere

baş başa bırakırken keyifli anlar

diliyoruz, Sfinance ekibi.

www.sfinance.org

yurt içinde ve yurt dışında daha çok seyahat

edebilirsiniz. Endüstri bir de yaptığınızı

görebildiğiniz bir yerdir. Akademisyenlikte

yaptığınız işin sonuçlarını iki şekilde alabilirsiniz

örneğin, araştırmalarınızın sonuçları anlamında.

Bunun dışında bir de akademide, öğrencilerinizde

çalışmalarınızın sonuçlarını görürsünüz.

Öğrencilerinizin okulu bitirip iş hayatına girdikleri

zaman ne kadar başarılı oldukları; ne kadar talep

edildikleri gibi. Onları iş yapan insanlar olarak

gördüğünüz zaman, yaptığınız işin sonuçlarını

daha iyi algılama şansı bulabiliyorsunuz. İkisi

arasında kalan bir öğrenciyseniz; yani

akademisyen mi olayım yoksa üniversiteden

mezun olduğumda doğrudan iş hayatına mı

atılayım diye düşünen biriyseniz kendinizi bu

açılardan değerlendirin. Mesela öğrenmeyi

sevmek, insan ilişkileri, sabır... Bütün bu hususları

düşünmenizde fayda var. Akademisyen iseniz

sabırlı olmanız gerekiyor. Endüstride de gerekiyor

ama akademisyenlik de farklı boyutta gerekiyor.

Beklentiniz ne iş hayatından? Bu konularda

kendinizi gözden geçirmeniz gerekiyor ve bir

karara varmanız gerekiyor. Akademi aynı zamanda

endüstriye kıyasla bazı açılardan daha yorucu bir

çalışma süreci getiriyor. Çünkü akademisyen

olabilmeniz için lisansı tamamladıktan sonra en az

iki yıllık bir yüksek lisans dönemine girmeniz

lazım. Gerçi bir yıllık programlar da var artık.

Ondan sonraki aşamada doktora yapmanız lazım ki

o da çok başarılı iseniz üç yılda biter. Ama

normalde dört beş yıl gerektirir. Akademik

unvanlarda anlamında ilerlemek, doçentlik ve daha

sonra profesörlük aşamalarını önünüze getiriyor.

Bunların her birinin bir takım koşulları var. Böyle

bir sürecinden içinden geçmeye hazır olmanız

gerekiyor. Hangisini tavsiye ederim derseniz,

adamına göre değişir derim. Yalnız şunu tavsiye

ederim ki akademisyen de olsanız endüstride de

çalışsanız, diğer tarafı bütünüyle ihmal etmeyin.

Akademisyen olursanız piyasadan da uzak

kalmamanız gerekli bence. Dolayısıyla endüstri ile

ilişkinizi sürdürmeniz lazım. Endüstride

çalışırsanız eğer, hiçbir zaman öğrenmeyi kesmeyi

bırakmamanız lazım. Ölünceye kadar

okuyacaksınız. Sürekli öğreneceksiniz. Sürekli

öğrenmezseniz çok kısa zamanda modası geçmiş

adamlar haline gelmeniz an meselesi. Her

durumda mutlaka kesintisiz öğrenmeyi bir ilke

edineceksiniz.

Yüksek lisansınızı İngiltere’de Loughborogh

üniversitesinde para ve bankacılık üzerine

yaptınız. Yurt dışında yüksek lisans yapmak size

ne gibi katkılar sağladı? Yurt dışında yüksek

lisans yapmak isteyen öğrencilere ne gibi

tavsiyelerde bulunabilirsiniz?

Yüksek lisansınızı yurt dışında ya da yurt içinde de

yapabilirsiniz. Önemli olan yüksek lisansınızı iyi

üniversitelerde yapmaktır. Eğer yüksek lisansınızı

yurt dışında yapma imkânı bulursanız sakın

kaçırmayın. Bu imkânları bulabilir misiniz ya da

sunulan imkânlardan yararlanabilir misiniz? Bu

imkânlardan yararlanamamanız için hiç bir sebep

yok. Bana göre her şey önce kendine güvenmekle

başlıyor. Üniversite üçüncü sınıf bu süreçte önemli

bir dönemdir. Bu dönemde hazırlıklarınızı

yapmaya başlarsanız mezun olduktan sonra işiniz

kolaylaşır. Eğer okulu bitirdikten sonra yüksek

lisansa hemen başlamayı düşünürseniz,

önümüzdeki yılın ilk sömestrinde yurt dışındaki

üniversitelere başvurabilirsiniz. Ama benim

tavsiyem eğer akademik hayata girmek gibi bir

kaygınız yoksa yani endüstride çalışacaksanız,

yüksek lisansınızı üç ya da dört yıl çalıştıktan

sonra yapmanızdır. Çünkü ne istediğinizi, hayattan

beklentilerinizi ve hangi alanda yüksek lisans

yapmak istediğinizi o dönemde muhtemelen daha

iyi biliyor olacaksınız. Fakat şimdiden TOEFL,

IELTS, GRE, GMAT sınavlarına hazırlanmanızı

öneririm. Bunlara ek olarak ezbere dayanmadan;

öğrenerek genel not ortalamalarınızı 3‟ün altına

indirmemeye

çalışmanızı öneririm. 3 ortalama bir eşik. Eğer not

ortalamanız bu eşiğin altındaysa yine de burs

alabilirsiniz, istediklerinizi de

gerçekleştirebilirsiniz. Fakat eğer ortalamanız bu

eşiğin üzerindeyse eliniz kuvvetlenir. Sakın ola

ortalamanızı yüksek tutacaksınız diye doğrudan

nota odaklanıp, not almak için her şeyi yapan

öğrenciler olmayın. Çünkü o zaman siz zarar

görürsünüz. Esas olan öğrenmektir. Not

ortalamanız düşük diye avantajınızı yitirmesiniz.

Yurt dışında yüksek lisans için nasıl burs

bulabileceğinize dair coğrafyaya göre bir tasnif

yaparsak; iki kaynaktan burs alabilirsiniz: Bu

amaçla hem yurt içinden hem de yurt dışından

alabileceğiniz burslar var. Türkiye‟de

bulabileceğiniz burslardan biri 1416 Sayılı Kanun

kapsamında verilen devlet bursu. Milli Eğitim

Bakanlığı‟nın ve ÖSYM„nin sitelerinde bu bursa

ilişkin bilgiler var. Mecburi hizmet karşılığında

yurt içinden alabileceğiniz kamu kurumları

tarafından verilen başka burslar da var. Örneğin

Devlet Memurları Kanunu kapsamında kamu

kurumları tarafından kullandırılan burslar. bursları

kullanmanız durumunda yurt dışında kaldığınız

her yıla karşı iki yıl zorunlu hizmetiniz oluyor.

25/ www.sfinance.org

Eğer Maliye Bakanlığı‟nda, Hazine Müsteşarlığı‟nda,

Merkez Bankası‟nda, Ekonomi Bakanlığı‟nda veya

diğer bankanlıkların merkez teşkilatlarında

çalışıyorsanız bu tür burslardan da yararlanabilirsiniz.

Tabii eğer buralarda çalışmaya uzman yardımcısı ya

da müfettiş yardımcısı olarak başlamışsanız, müfettiş

ya da uzman olduktan sonra kurumlar sizi yüksek

lisans yapmak için yurt dışına gönderiyorlar ve bütün

masraflarınızı karşılıyorlar. Yurt dışında

bulunduğunuz süre içinde yurt içinde mevcut

maaşınızın %60 „ını da size ödüyorlar ve kurum

içindeki görevinizin başındaymışcasına bütün özlük

haklarınız devam ediyor. Yurt içi kaynaklı burslara

devam edersek TEV yani Türk Eğitim Vakfı bursu ki

bunun mecburi hizmet yükümlülüğü yok ve bazı

şirketlerin çalışanlarına sağladıkları burs imkânları da

var.

Yurt dışı kaynaklı burslara baktığımızda başka

hükümetlerin vermiş oldukları çeşitli burslar var. Bu

hükümetlerin vermiş oldukları bursları eğer yanlış

hatırlamıyorsam Milli Eğitim Bakanlığı Yurt Dışı

Yükseköğretim Genel Müdürlüğü takip ediyor.

Hükümet bursları kapsamında düşünülecek bursların

yanı sıra Avrupa Birliği‟nin verdiği Jean Monnet

bursunu, ayrıca yurt dışındaki üniversitelerin vermiş

oldukları diğer bursları da araştırabilirsiniz. Jean

Monnet bursu karşılıksız gayet iyi bir burs. Hatta bu

bursun çok yakın zamanda İzmir Ekonomi

Üniversitesinde sanırım bir tanıtım toplantısı oldu.

British Council‟ın ve İngiliz hükümetinin vermiş

olduğu burslar da karşılıksızdır. Yurt dışındaki

üniversitelerce verilen burslar da cazip olabilir. Tabii

„teaching asistant‟ olmak gibi bir sorumluluk da

verebilirler size. Bu eğitiminiz yanında yükünüzü

biraz ağırlaştırsa da ek olarak birçok fayda

sağlayabilir. Bunları yaparken cesaretli olun,

söylediğim sınavları yani TOEFL, IELTS, GRE,

GMAT sınavlarını almanızda fayda var. Yurt dışındaki

üniversitelerden burs almaya çalışılıken size mutlaka

bazı sorular sorulacaktır. Örneğin, bizim

üniversitemize geldiğinizde gerçekleştirmeyi

düşündüğünüz hedefleriniz nelerdir? Sizi neden

seçelim? Bunu sizden önce yazılı daha sonra sözlü

olarak ifade etmenizi isteyeceklerdir. Bu sebeple

kendinize şimdiden birer „Statement of Purposes‟

hazırlayın.

Yurt dışına çıkmak için elinize geçen her fırsatı

mutlaka değerlendirin. Bu sadece yüksek lisansla da

sınırlı değil. Eğer yurt dışında çalışma imkanı

bulduysanız, onu da kaçırmamanızı tavsiye ederim. Bu

tavsiyenin temel sebebi de başka insanlarla tanışmak,

başka kültürleri tanımak ya da yeni ortamlarda

bulunmak yoluyla edineceğiniz tecrübe. Her şey bir

yana bu tür tecrübeler, insanın ufkunu açıyor. İnsanı

daha hoşgörülü yapıyor. Bazı şeyleri anlamanızı

kolaylaştırıyor. Yurt dışına gitmek sanıldığı kadar

zor değil. Karşıda sakız adası var. Bu sezonda 10

euroya gidip gelmek mümkün. Eğer yeşil

pasaportunuz varsa vize almadan gidebilirsiniz. Ben

sizin yerinizde olsam birkaç arkadaş toplanıp sırt

çantamı alıp üniversite bitmeden mutlaka giderim.

Bunlar size çok şey katar. Bence her türlü seyahat

imkânı değerlendirin. Farklı kültürleri tanıyın. Dil

bilginize katkı sağlarsınız; en önemlisi yabancı

dilinizi kullanmak konusunda kendinize olan

güveniniz artar.

Doğrudan yabancı yatırımlar açısından hangi

sektörler daha elverişlidir?

Doğrudan yatırımlar konusu çok önemli bir konu.

Bütün sektörler bu şekildeki yatırımlar için elverişli

olabilir. Sektör ayırımı yapmak doğru olmaz. Siz

uluslararası ticaret ve finansman okuyorsunuz.

Uluslararası ticaret kavramının içinde sadece yurt

dışına mal satmak ve yurt dışından mal almak yani

sadece ihracat ve ihracat yok. Türkçedeki

uluslararası ticaret kavramının İngilizcedeki

“international business” kavramına karşılık geldiğini

düşünüyorum. Bu, ihracat ve ithalatın yanı sıra yurt

dışında gündeme gelebilecek pek çok faaliyet

yöntemini de içeriyor. Örneğin yabancı sermayeli

doğrudan yatırımlar ya da sözleşmelere dayanan

fason üretimi, uluslararası lisanslama, uluslararası

franchising gibi başka faaliyet yöntemleri de var.

Öğreniminiz sırasında hem ithalat ve ihracat

anlamında hem de diğer uluslararası faaliyet modları

hakkında bilgilenmeniz gerekiyor. Çalıştıkça,

okudukça göreceksiniz ki çokuluslu şirketler ve

onların yaptıkları doğrudan yatırımlar hemen

hemen bütün sektörlerde aslında bugünün

dünyasının nasıl bir dünya olduğu konusunda çok

belirleyici. Eğer sorunuza dönersek, öncelikli

sektör denilebilecek, zamandan bağımsız bir şey

yok ama belli dönemlerde belli sektörler

belirginlik kazanır. 1995‟ten beri uluslararası

şirketler ve bunların doğrudan yatırımları

hakkında, Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma

Teşkilatı UNCTAD tarafından her yıl yayınlanan

ve bütün dünyada dikatle takip edilen bir rapor

var: World Invesment Report – dünya yatırım

raporu. Bu raporun bu seneki konusu “non-equity

investmen modes” idi. Yani yabancı sermayeli

doğrudan yatırımların, doğrudan sermaye aktarımı

gerektirmeyen türleriydi. Bu konu daha çok hizmet

sektörünü akla getiriyor. Yanlış hatırlamıyorsam

geçen yılki ya da bir önceki yılki raporun

konusuysa altyapı sektöründe yabancı sermayeli

doğrudan yatırımlardı. Görüyorsunuz, tüm

sektörlerde yabancı sermayeli doğrudan yatırımlar

var.

7 Temmuz 2011 tarihli “ gözünüz dışarıda olsun.

Kormayın eşiniz bu defa kızmaz.” Başlıklı

makalenize istinaden sizin de bahsettiğiniz gibi

Türk firmalarının yurt dışındaki doğrudan

yatırımlar konusu Türk Eximbank’ın faaliyet

alanına girmektedir. Fakat Türk Eximbank’ın

Türk firmalarının dış yatırımlarının

desteklenmesi konusundaki hâlâ yapması

gereken işler olduğu anlaşılıyor. Bu durumun

sebebi Türk firmalarının bu konudan ve

doğrudan dış yatırımların öneminden yeterli

ölçüde haberdâr olmaması mıdır? Yoksa bu

durum Türkiye’de birçok alanda yaşandığı gibi

bazı şeylerin sadece söylemde kalmasından ve

Türk Eximbank’ın bu konuya yeterli ölçüde ilgi

göstermemesinden mi kaynaklanıyor?

Bu soru cevabı zor bir soru. Çünkü, ben Türk

firmalarının dış yatırımları konusunda aşağı yukarı

15 -20 yıldır uğraşıyorum. Öyle toplantılara girdim

ki o toplantılarda doğrudan doğruya karar vericiler

de vardı. Mesela bir seferinde, zamanın Dış

Ticaret Müsteşarı Tuncel Kayalar‟a bir briefing

(bilgilendirme) vermeye çağırdılar. Ondan önce de

Dış Ticaret Müsteşarlığı Anlaşmalar Genel

Müdürlüğü‟nün tüm birimlerine ve Türk

Eximbank‟ta ilgili kişilere; Türk firmalarının yurt

dışındaki doğrudan yatırımlarına niçin kamusal

destek verilmesi gerektğini anlatmıştım ve rapor

da vermiştim. Türkiye‟de, “acaba Türk

firmalarının dışarıda yatırım yapması ülkeden

sermaye kaçışı anlamına mı geliyor” gibi bir yanlış

anlama var. Yani bir zamanlar “Dışarıda yatırım

yapacağına burada yapsın, burada istihdam

yaratsın, biz zaten sermaye yetersizliği olan bir

ülkeyiz; bu haldeyken insan gidip yurtdışına mı

yatırım yapar” diye bir düşünce hakimdi. Bir

keresinde bir kamu kurumu bir açıklama yaptı ve

denildi ki “Biz yurtdışında yatırımı olan iş

adamlarını toplayacağız ve yatırımlarını yurtiçine

getirmeleri için teşebbüste bulunacağız”. Bu yanlış

bir anlayıştır. Neden? Çünkü dışarıda yatırım

yapmak, içeride yatırım yapmanın alternatifi

sayılıyor ama bu doğru değildir. Düşünün; bir

Türk firmasının yöneticisiniz ve dışarıya ihracat,

içeriye ithalat yapmıyorsunuz sadece iç piyasaya

göre çalışıyorsunuz. Bu şekilde sizin uluslararası

piyasayla ilişkiniz olur mu? Olur. Çünkü siz kendi

ülke sınırlarınızın dışına çıkmasınız bile sınırlar

öylesine zayıfladı ki yabancı firmalar gelip sizi

buluyorlar. Diyelim ki sizin bir konfeksiyon

atölyeniz var ve gömlek dikiyor yurtiçine

satıyorsunuz ve İzmir‟in pazarına gidiyorsunuz.

Görünüşte başkasıyla alakanız yok ama bir gün

bakıyorsunuz Çin‟den bir sürü gömlek gelmiş ve

aynı pazarda satılıyor. Şimdi ne oluyor? Siz

uluslararası pazardan uzakken yabancı rakipler

geliyor ve sizi kendi pazarınızda vuruyor.

Yapılması gereken ilk şey şu: Önce bu işler nasıl

yürütülüyor öğreneceksiniz ve eğer onlar sizi

kendi piyasanızda vuruyorsa siz de onları kendi

piyasalarında vuracaksınız. Dış yatırım, iç

yatırımın alternatifi değildir. Farklı şeylerdir ve

rekabet edebilmek için, ayakta kalabilmek için her

ikisini de eşanlı olarak düşünmek zorundasınız.

Ayrıca Türk firmalarına bakın. Türk firmaları

çoğunlukla belli sektörlerde, özellikle fason üretici

olarak yabancı firmalara mal satıyorlar. O yabancı

firmaların kazandıkları paraları düşünün ve onlara

fason üretim yapan Türk firmaların kazandıklarını

düşünün. Türk firmaları bazı imkânları en azından

henüz elde edemedikleri için başka firmalara fason

üretim yapıyorlar. Örneğin pek çok Türk

firmasının dağıtım kanalları üzerinde hâkimiyeti

ve kendi markaları yok. Teknolojik olarak

eksikler. Bu eksiklerin gidermenin yollarından bir

tanesi bu tür eksiklikleri olmayan firmaları

incelemek, belki onları satın almak ya da

yurtdışında yeni firmalar kurarak yani doğrudan

doğruya yurtdışına yatırım yaparak mümkün

olabilir. Türk Eximbank, henüz Türk dış

yatırımlarının yapılmasına bu isim altında destek

sağlamıyor ama başka yöntemlerle zamanında

önemli destek sağladı. Fakat bugün daha fazlasının

yapılması, anlatılması ve Türkiye‟nin bunu

gündemde tutması lazımdır. Ben bunun için

yazılar yazıyorum; bu konu gündemde kalsın ve

kamuoyu bu konu hakkında fikir sahibi

27/ www.sfinance.org

olsun diye. Ayrıca karar mercii konumunda

bulunan otoriteler bir takım girişimlerde

bulunsunlar diye. Ama önce bu konunun iyi

anlaşılması gerekiyor. Bu hususta da hayli

ümitliyim. Türk firmalarının yatırımcı konumuna

eriştiği bu dönemde, doğrudan dış yatırımın ne

kadar önemli olduğunu sizler de iyi bilin ki bir

anlamda yarını planlamanız kolaylaşsın. Çünkü

ileride karar vericiler siz olacaksınız.

Küresel değer zincirinde Türk firmalarının

konumu nedir? Türk firmalarının uluslararası

bir marka yaratma ve dışarıya açılma

konusundaki durumlarını nasıl

değerlendiriyorsunuz?

Türk firmalarının yapması gereken daha çok şey

var. Ama yaptıkları da çok şey var ve bunları hiç

azımsamamak lazım. Bundan 10-20 yıl öncesiyle

kıyaslanınca Türk firmaları olağanüstü mesafe

aldılar. Küresel değer zinciri veya İngilizce‟siyle

global value chain. Küresel değer zincirinde Türk

firmaları bir takım sektörlerde maalesef zincirin

içindeki hiyerarşi dikkate alındığında

aşağılardalar. Az önceki tekstil-konfeksiyon

örneğinde de olduğu gibi fason üretim yapan çok

firmamız var ama marka sahibi firmamız daha az.

Türkiye, hazır giyimde eskiye kıyasla çok sayıda

marka çıkardı. Mavi ve Colin‟s gibi. Mesela beyaz

eşya üretimindeki durumumuza bakın. Çokuluslu

Türk şirketleri var artık. Vestel‟i düşünün,

Arçelik‟i düşünün. Bunlar dışarıda yatırım

yapabilen firmalar. Ayrıca, enerji sektöründeki

Türk firmaları da son derece aktifler. Ben şöyle

görüyorum: Türkiy‟de firmalar sektörün içinde

oldukları için onlar bir takım şeylerin resmi

otoritelerden daha fazla farkındalar. Piyasanın

gereklerinin daha çok farkındalar ve ona göre

mesafe alıyorlar. Resmi otoritelerin de katkısını

ihmal etmemiz gerekiyor tabii. Özellikle marka

konusuna sorduğunuz için bunu söylüyorum;

örneğin, eski Dış Ticaret Müsteşarlığı yani

bugünkü Ekonomi Bakanlığı tarafından uzun

yıllardır emek ve para harcanan ve markalaşma

konusunda başta Turquality projesi olmak üzere

hazırlanan programlar var. Bütün bu çabalar Türk

firmalarını eskiye kıyasla çok daha farklı bir yere

taşımış durumda.

Daha önce de söylediğim gibi kendinizi geleceğe

hazırlarken uluslararası ticaretin sadece ithalat

ihracattan ibaret olmadığını unutmayın.

Finansmanı iyi öğrenin. Özelikle, uluslararası

ticaretin finansmanını çok iyi öğrenemeye çalışın.

Sahip olduğunuz hukuk bilginizi ilerletin.

Finansçıların da dış ticaretçilerinde mutlak suretle

hukuk biliyor olmaları lazım. Özelikle finans

hukuku, yatırım hukuku gibi. Şunu unutmayın:

Ömür boyu öğrenmek zorundasınız. Bilgiler çabuk

eskiyor; sürekli öğrenmemiz lazım. Bol bol

okuyun. Roman okusanız dahi size bu konularda

yardımcı olacaktır. Çünkü edebiyatın konusu

insandır. Lisan bilginizi özelikle yazarak ilerletin.

Hem endüstride hem de akademide lisan bilgisi

çok önemlidir. Hem Türkçe hem de İngilizce!

Hayatınızın hangi döneminde finansa ya da

çokuluslu şirketlere ilginiz olduğunu fark ettiniz?

Üniversite sınavına girerken siyasete çok ilgi

duyuyordum. Bu sebeple beni en çok iktisat

okumak cezbetti. İktisat okurken, siyaseti de en

azından teorik düzeyde kendi okumalarımla

öğrenmeye çalıştım. Zaman içinde bazı şeyler

daha genç yaştayken gördüğümden daha farklı

28/ www.sfinance.org

görünmeye başladı. Sonra özellikle uluslararası

iktisada ilgi duymaya başladım ve bu alanda

yüksek lisans yapmayı düşünerek devlet bursu

sınavına girdim. Fakat devlet bursu sınavında o yıl

sadece Etibank hesabına beş kişilik burs vardı ve

bunların ikisi bankacılık, biri pazarlama, diğerleri

muhasebe ve finans içindi. Benim ilk tercihim

bankacılıktı. İlk tercihime girdim. Bankacılık

okurken uluslararası bankacılık dikkatimi çekmeye

başladı. Okumalarım sırasında önce çokuluslu

bankalarla sonra da genel olarak çokuluslu

şirketlerle karşılaştım. Bu bana çok heyecan verdi.

Aslında şirketlerin dünyayı ne kadar çok

etkilediğini fark ettim. Bu süreçte, siyasete olan

ilgimden soğumaya başladım. Şu anlamda ki

aslında birtakım süreçlerin gençliğimde

sandığımdan daha karmaşık olduğunu kavramaya

başladım. Dünyanın çok daha zor bir yer olduğunu

anlamaya başladım. Bunu çokuluslu şirketleri

öğrendikçe sanırım daha iyi anladım.

Size tavsiyem, bu alanlarda kendinizi geliştirin ve

çok ciddi inceleyin. Bunlar çok önemli konular.

Sakın zamanınızı boşa harcamayın ve kendinizi

elinizden geldiğince iyi yetiştirmeye çalışın.

Mutlaka farklı hayatlar yaşayacak, farklı tecrübeler

tadacak ve yol ayrımlarına gireceksiniz. Çok zorlu

bir sürece gireceksiniz. Bu sebeple aklınızda hep

bir A ve B planı olsun. Çünkü zaman içinde

mutlaka planlarınız değişecektir. Hayat çok kolay

değil; hazırlık yapmak lazım. Siz şimdi hayatınızın

çok güzel bir dönemini yaşıyorsunuz. Unutmayın

elinizde öyle bir şans var ki altın kıymetinde.

Burada, üniversitede öğrencisiniz ve bu ülkede

sizin gibi öğrenci olmak için nelerini feda

edebilecek insanlar var. Kitap alın okuyun ve

olabildiği kadar çok yazın. Çünkü yazmak

öğrenme sürecinde çok önemli bir yöntemdir.

Sürekli yazmaya çalışarak, düşüncelerinizi ifade

etmeye çalışarak kendinizi geliştirin. Göreceksiniz

ki endüstride de çalışsanız akademide de çalışsanız

“yazı becerileri” sürekli karşınıza çıkacak.

“Unutmayın elinizde öyle bir şans var ki altın kıymetinde. Burada,

üniversitede öğrencisiniz ve bu ülkede sizin gibi öğrenci olmak için

nelerini feda edebilecek insanlar var.”( Emin Akçaoğlu)

Emin Akçaoğlu İzmir Ekonomi Üniversitesi Uluslararası Ticaret ve Finansman Bölümü‟nde uluslararası

ticaret ve yatırımlar alanında yardımcı doçent olarak görev yapmakta ve „çokuluslu şirketler ve yabancı

yatırımlar‟, „ihracat pazarlaması‟, „uluslararası ticaret ve yatırımlar‟, „uluslararası ticaretin yasal yapısı‟,

„uluslararası finansman‟ ile Türkiye‟de dış ticaret ve yatırım politikaları‟ derslerini vermektedir. Daha

önce Loughborough Üniversitesi‟nde araştırmacı olarak çalışmış; Başkent ve Çankaya Üniversitelerinde

de dersler vermiştir. İzmir Ekonomi Üniversitesi‟ne katılmadan önce Türk Eximbank‟ta yöneticilik,

UNCTAD‟da danışmanlık yapmıştır. Dr. Akçaoğlu lisans ve yüksek lisans derecelerini iktisat alanında

Hacettepe ve Loughborough Üniversitelerinden, doktora derecesini işletme alanında Ankara

Üniversitesi‟nden almıştır.

Değerli hocamız Yrd. Doç. Dr. Emin Akçaoğlu’na bizlere göstermiş olduğu ilgiden ve vermiş olduğu desteklerden

dolayı Sfinance ekibi olarak çok teşekkür ediyoruz.

(Röportajı gerçekleştirenler: Melis Gizem Konuk, Bahar Çayır, Merve İkizoğlu, Merve Korkmaz)

29/ www.sfinance.org

H

gösterebileceği için bütçe açığını ölçerken

her amaç için farklı yöntemler uygulanır.

Öncelikle bütçe açığının standart tanımı

olarak da kullanılan geleneksel açığın

tanımıyla başlayalım.

Geleneksel açık toplam giderlerle

BÜTÇE AÇIĞI NEDĠR?

Herkes tarafından kabul edilirki

kamu açıklarının tespitinde bir

ölçüye ulaşmak zordur. Her açık

ölçüsü farklı özellikleri

toplam gelirler arasındaki farkı ölçer. Birincil açık

ise faiz dışı kamu harcamalarının gelirlerden

çıkartılmasıyla bulunur. Bu noktada ulaşılmak

istenen: görevde olan hükümetin bulunduğu

dönem içindeki bütçe açığını ne derecede kontrol

edebildiğidir. Çünkü harcamalardaki faiz daha

önce görevde olan hükümetten alınan borçlardan

gelir. O yüzden faiz dışı harcama kullanılmıştır.

İşlemsel açık ise birincil açık ile faiz ödemelerinin

reel toplamı olarak ifade edilir.

Günümüzde bütçe açığı çoğu ülke için

sorun teşkil eden bir olaydır. Devletler giderlerini

karşılayabilecek gelir bulmakta zorluk çekerler. Bu

durumun ülkenin şartları, ekonomik yapısı, siyasi

yapısı gibi birden fazla sebebi vardır. Genel olarak

baktığımızda dünyanın global bir köy olduğunu

varsayarsak, insanların isteklerinin ve

beklentilerinin gelişen dünya düzenine bağlı olarak

arttığını düşünürsek devlet giderlerinin hızla

artıyor olması kaçınılmaz bir gerçektir.

Hükümetlerin politik ve siyasal hedeflerinin yanı

sıra devlet giderlerinin hızla artmasına sebep

olarak gösterilebilecek bazı etkenler şunlardır:

Ülkede çıkabilecek olağanüstü bir

olay(Japonya‟da gerçekleşen deprem,

tsunami)

Devletin kriz zamanlarında vergileri

düşürüp devlet harcamalarını arttırması

Sübvansiyonlar, teşvikler

Bazı ithal ürünlerde vergi

indirimine gidilmesi( angus ithali)

İthal etmek zorunda olduğumuz

petrol, elektrik gibi ürünlerde kur farkının

fiyatlara yansıtılmaması

Giderlerin hızının gelirlerden fazla

olması

Sosyal devlet anlayışından doğan

beklentilerin her ülkede hızla artış

göstermesi(parasız eğitim, sağlık, erken

emekli olma)

Türkiye açısından baktığımızda diğer

ülkelerde de görülen sorunlara ek olarak mali

disiplinsizlik, kayıt dışı ekonomi ve yolsuzluklar

başlıca etkenler arasında gösterilebilir.

Bütçe açığı oluştuktan sonra birde bunun

finansman aşaması vardır. Bunun için de dört

yöntem uygulanabilir. Fakat bunların her birinin

ekonomi üzerinde farklı etkileri oluşmaktadır. İlk

olarak kamu mallarının zam ile bütçe açığını

kapatma fikri üzerinde duralım. Kamu malları:

rakiplik ve dışarı tutabilme gibi özellikleri

olmayan mallara denir.(hava, su, güneş, çayır,

orman, mera) Kamu mallarına belirli bir seviyenin

üzerinde zam yaparsak, bunun sonucu olarak

enflasyon artar, faiz artar ve ekonomik aktiviteler

yavaşlar. Diğer bir yöntem olan para basarak bütçe

açığını kapatma fikrine gelirsek, bağımsız merkez

bankaları bu fikirden uzak dururlar. Çünkü para

basımı enflasyona neden olur, enflasyon faizi

tetikler ve ekonomik aktiviteler yavaşlar. Vergileri

arttırma yolu ile bütçe açığını kapatmaya

çalışırsak; artan vergiler ürünlerin fiyatlarında

artışa neden olur, bu artış tüketici taleplerini

daraltır, daralan talepten dolayı fabrikalar daha az

üretim yapar. Son olarak bütçe açığı için içeriden

ve dışarıdan devlet tahvili, hazine bonosu

çıkarmak gibi yöntemler ile borçlanma yapılarak

borç kapatıldığından devletin üzerindeki borç yükü

artar.

Burada anlatmak istediğim olay bütçe

açığını karşılamanın çok zor olduğudur. Çünkü

hem açığı kapatmak için önlemler alıp, hem de

ekonomik aktiviteleri canlı tutmak devletler için

gerçekten çok zordur. Şuan içinde bulunduğumuz

ekonomik durum bu olaya gösterilebilecek çok

güzel bir örnektir. İtalya, Yunanistan, Portekiz,

İrlanda ve İspanya gibi ülkeler hem yüksek kamu

borcu oranıyla uğraşırken, hem de ekonomik

aktiviteleri tekrar canlandırmak için uğraşıyor.

Peki, bu bütçe açıkları en baştan beri olmalı

mıydı?

30/ www.sfinance.org

Yoksa devlet denk bütçe mi sağlamaya çalışmalıydı? Bunun için iktisatçılar birbirinden farklı görüşlere

sahiptir. Klasik iktisatçılar devletin olağanüstü durumlar haricinde hiçbir zaman borçlanmaması gerektiğini

savunmuşlardır. Devletin bulunduğu alanların kısıtlı olması gerektiğini düşünen klasik iktisatçılar

borçlanmanın gelecek nesillere yük getireceğini savunmuşlardır. Bu düşüncelerine bağlı olarak devlet eşit gelir

ve gider dengesi sağlamak zorundadır. Keynesyenci görüşe göre devlet denk bütçe sağlamak zorunda değildir.

Devletin durgunluk döneminde uyguladığı açık bütçe politikasının büyümeyi olumlu yönde etkilediği

varsayılır ayrıca, borçlanma devletin öz kaynaklarıyla finanse edemediği yatırımları finanse etmesinde de

büyük önem taşır. Etkin şekilde yapılan yatırımlar ülkenin büyümesini hızlandırır ve borç ödeme aşamasında

sıkıntı yaşanmasını ortadan kaldırır. Klasik iktisatçıların aksine bugün alınan borçlar gelecek nesiller üzerinde

bir yük değildir. Onların daha iyi standartlarda yaşamasını sağlayacak bir etkendir.

Aslına bakarsanız iki görüş de teoride doğrudur. Klasik İktisatçılar kötü senaryo durumunu,

Keynesyenciler ise iyi senaryo durumu göz önünde bulundurmuşlardır. Devletler büyümelerinden daha çok

reel faiz ile borçlanırlarsa bu durum gelecek nesillerimize yük olarak kalacaktır. Ama büyümesinden daha az

reel faizle borçlanır ve bu borcu en etkin şekilde yani büyümeyi destekleyici şekilde kullanırlarsa, ülke

ekonomisi gelişir. Böylece gelecek nesillerimize daha iyi bir yaşam standardı bırakmış oluruz.

Halil Karlı Uluslararası Ticaret ve Finansman 3.Sınıf

[email protected]

BAĞIMSIZ PARA

POLĠTĠKALARININ

ÖNEMĠ

B

b

ağımsız para politikası

uygulanabilirliğinin önemini

tekrardan hatırladığımız bu

günlerde aslında daha ziyade bağımsız bir para politikası

uygulanamadığı takdirde ülkeleri ne

gibi olumsuzlukların beklediğinin de en

somut örneklerini yaşıyoruz.

Öncelikle para politikasının amaçlarını

ve hangi araçları kullanarak bu hedeflere

yöneldiğini şöyle bir hatırlayalım. Temelde para

politikası ekonomik büyüme, istihdam artışı ve

fiyat istikranın sağlanması gibi hedeflere

ulaşabilmek adına alınan kararlar bütününü ifade

eder ve genellikle merkez bankasınca yürütülür.

Ülkemizde de para politikasının uygulanmasından

sorumlu kuruluş Türkiye Cumhuriyet Merkez

Bankasıdır(TCMB). Fakat TCMB‟nın temel amacı

ekonomik büyüme ve istihdam artışını

sağlamaktan ziyade, fiyat istikrarını sağlamak

olarak bilinir. Merkez bankasının başlıca para

politikası araçları olan açık piyasa işlemleri,

reeskont politikası veya mevduat munzam karşılığı

politikasını kullanarak para ve kredi hacmini

değiştirmeyi hedefler. Para arzını istenilen

düzeyde tutabilmek adına merkez bankasının

kullandığı en önemli araç ise açık piyasa

işlemleridir ve bu amaçla devlet tahvillerinin alım

satımını yapar. Eğer merkez bankası tahvil satın

alırsa piyasadaki parayı bollaştırır, böylece para

arzı yükselir. Para arzını azaltmak istediğinde ise

piyasadaki likiditeyi azaltmak için tahvil satar.

Reeskont penceresi olarak da bilinen bir diğer para

politikası aracı olan reeskont politikası ise bir

bedel karşılığı el değiştiren kıymetlerin yine bir

bedel karşılığında el değiştirmesi üzerine dayalıdır.

Başka bir deyişle, bankaların ellerindeki vadesi

henüz gelmemiş alacak senetlerini merkez bankası

nezdinde başka bir bankaya iskonto ettirmesi

olarak da bilinir. Bu politika uygulamasının ilk

etkisi para arzı üzerinde olurken piyasa faiz

oranının da büyük ölçüde belirlenmesinde oldukça

etkilidir. Son olarak geçen aylarda merkez

bankamızın da en çok uyguladığı, en sık

duyduğumuz para politikası olan zorunlu karşılık

oranı bankaların kredi tabanının genişleyip

daralması yoluyla para arzını istenilen düzeyde

tutmayı hedefler. Zorunlu karşılık oranı

artırıldığında bankalar daha fazla rezerv tutma

zorunda olacaklarından kredi verme eğilimleri

azalacak ve bunun sonucunda da para arzında

azalma görülecektir. Tersi bir durumda ise zorunlu

karşılık oranı azaltıldığında kullanabilir rezerv

miktarı artacağından bankaların kredi tabanı artar

ve para arzı yükselir.

Merkez bankaları başta da bahsettiğim amaçlar

doğrultusunda hedeflenen sonuçlara ulaşabilmek

adına bu politika araçlarının uygulanmasında ve

seçiminde bağımsız olmalı, bağımsız para

politikaları uygulayabilmelidirler. Bağımsız para

politikaları merkez bankalarının politik

baskılardan arınmış bir şekilde para arzını

belirlemelerini sağlar. Türkiye Cumhuriyet

Merkez Bankası başkanı Erdem Başcı da bu

konudaki görüşünü şöyle ifade etmektedir:

“Merkez Bankası bağımsızlığı, önemli bir maliyete

katlanmadan veya ekonomik büyümeden taviz

vermeden, ülkelerin daha düşük enflasyon

seviyesine ulaşmasına, finansal sistemin iç ve dış

şoklara karşı dayanıklılığının artmasına ve mali

disiplinin sağlanmasına yardımcı olmaktadır.”

Günümüzde de politik kaygıların ve siyasi

iktidarların etkisinden kurtulan bir merkez

bankasının paranın yönetiminde ve fiyat

istikrarının sağlanmasında daha başarılı olduğu her

gün yeni bir örnekle kanıtlanmaktadır. Bu anlamda

parasal birliklerin de oldukça eksik kaldığını göz

ardı etmemeliyiz ki; şu sıralar borç krizi ile başı

dertte olan Euro bölgesini, başta Yunanistan olmak

üzere ele aldığımızda, bunu daha net

görebilmekteyiz. Bir ekonomik ve parasal birlik

olan Avrupa Birliği, üye ülkeler arasında sabit

döviz kurunun, serbest sermaye hareketlerinin,

döviz kuru istikrarının ve finansal bütünleşmenin

sağlanması açısından üye ülkelere çok büyük

avantajlar sunarken; üye ülkelerin bağımsız bir

para politikası izleyememeleri, katlanmak zorunda

32/ www.sfinance.org

33/ www.sfinance.org

oldukları en büyük dezavantajıdır. Akıbeti üzerine hala çeşitli yorumlar yapılan Yunanistan‟ı ele alırsak,

Yunanistan tarihinin en büyük borç kriziyle karşı karşıya olduğunu söyleyebiliriz. Bağımsız bir para

politikasına sahip olamayışı ve kendi para birimini arkasında bırakarak Euro‟yu para birimi olarak kabul

etmesi, Yunanistan‟ın bu borç krizinden çıkma sürecini daha da zorlaştırıyor. Aslına bakılırsa bu borç krizinin

bu denli derinleşmesinin en önemli nedenlerinden biri ülkenin zaten bağımsız para politikalarının olmayışı,

kendi para birimlerini terk ederek Euro‟yu kabul etmesi ve Avrupa Merkez Bankası kararları doğrultusunda

hareket etmesidir. Yunanistan ne döviz kuru üzerinde ne de para birimi üzerinde hiçbir kontrol gücüne sahip

değil. Kendi parasına sahip olmadığı için de para basamıyor ve sadece borçlanarak devlet bütçesini finanse

edebiliyor. Yunanistan eğer kendi para birimine sahip olsaydı, gerektiği takdirde devalüasyona giderek ihracatı

artırma yoluna da gidebilirdi fakat şuan bunların hiçbirini yapamıyor. Başka bir deyişle, Yunanistan‟ın

geleceğine bir bakıma Avrupa Merkez Bankası‟ndan çıkan ve çıkacak olan kararlar yön veriyor.

En başta da söylediğim gibi bir ülkenin bağımsızlığının en önemli simgelerinden biri merkez bankasının

bağımsızlığı ve buna bağlı olarak merkez bankasının uygulayacağı bağımsız para politikalarını seçme

özgürlüğüne sahip olmasıdır. Özellikle bugünlerde önemini çok daha iyi kavradığımız bu olgunun ülkeleri ne

derece derin krizlere itebileceğinin yanı sıra bu krizlerden çıkma yollarını da büyük ölçüde kapattığı gerçeğiyle

karşı karşıyayız. Mustafa Kemal Atatürk‟ün de çok uzun yıllar önce söylediği gibi “ tam bağımsızlık, ancak

ekonomik bağımsızlıkla mümkündür.” ve ekonomik bağımsızlığın yolu büyük ölçüde bağımsız para politikası

uygulanabilirliğinden geçmektedir.

Gözde Özer Uluslararası Ticaret ve Finansman 3.sınıf

[email protected]

Şu an „başarı hikayeleri‟ başlığı altındaki bu

yazıyı okuyorsanız, „başarı‟ kavramı ile bir

şekilde ilgilisiniz demektir. Ve eminim

biliyorsunuzdur ki; bu konuda binlerce slogan olsa

da, başarı asla tek bir etkene bağlanamıyor.

Üniversite başarısına özel konuşursak, bir birey

olarak öğrenci ve bir kurum olarak üniversitenin

uyumu en temel faktör! Beş yıllık eğitimim

süresince ben bu uyumu yakaladığımı

düşünüyorum. 2006 yılında girdiğim İzmir

Ekonomi Üniversitesi‟ni, Uluslararası Ticaret ve

Finansman bölüm birinciliği ile tamamladım.

Eğitimim boyunca aldığım Almanca dersleri ile

ikinci yabancı dilimi geliştirirken, bir yandan da

İşletme bölümünde çift anadal programını

yürüterek ikinci bir diploma sahibi oldum.

İsveç devletinden aldığım burs ile şu an Lund

Üniversitesi‟nde Uluslararası Kalkınma ve

Yönetim yüksek lisans programı, Doğal Kaynaklar

Yönetimi opsiyonunda okuyorum. Her yıl sadece

20 Türk öğrenciye verilen bu bursu, İzmir

Ekonomi Üniversitesi‟nden benimle birlikte 2

arkadaşım daha kazandı. Eğer İzmir Ekonomi

Üniversitesi‟ni seçmiş olmasaydık bunların ne

kadarını başarabilirdik, bilmiyorum.

Özellikle; öğrencilerin kapısını çalmaya korktuğu

asık suratlı hocalar yerine, yakın bir dostumuza

akıl danışmaya gider gibi huzurla yanlarına

gittiğimiz, samimiyetle bizi dinleyen, ve

sıkılmadan saatlerini harcayıp tavsiyeler veren,

profesyonel yaşam dışında da sohbet edebildiğimiz

hocalarımdan çok şey öğrendim. Hani öğrencilerin

çok sevdiği bir cümle vardır: Her şey ders değil!

Hayatın bütününe baktığımızda gerçekten de

derslerin yeri o kadar az ki. Önemli olan,

üniversite hayatı boyunca dersler dışındaki o

kocaman dünyaya da bir şeyler ekleyebilmek,

profesyonel beceriler kazanırken eğlenebilmek,

eğlenirken entelektüel anlamda da gelişebilmek..

Eminim ki, bunları hedefleyen bir öğrenci için

İzmir Ekonomi Üniversitesi asla hayal kırıklığı

yaratmayacaktır, ve ortaya çıkan uyum hem

üniversiteyi hem de öğrencilerini çok daha iyi

yerlere getirecektir. Rabia Bayer

Uluslararası Ticaret ve Finansman

İşletme (ÇAP)

(Rabia Bayer’e bizimle bu güzel yazısını paylaştığı

için çok teşekkür ederiz SFINANCE ekibi)

34/ www.sfinance.org

Doğaya saygı duymazsak, o da bize saygı duymayacak…