editör: can baskent¸ - anarcho-copy.org · türkiye’de anarsist¸ düsünce¸ tarihi - 5...

188

Upload: others

Post on 25-Jan-2021

3 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

  • Editör: Can BaşkentA-Politika Dergisi Seçkisi

    Türkiye’de Anarşist Düşünce Tarihi - 5

    Şubat 2012 - Birinci BaskıISBN No: 978-0-9879366-1-5Dizgi: Propaganda Yayınları

    Redaktörler: Özlem Akcan, Zeynep Atamer, Ersan Çağatay, Aydın Çam, A. Z. Çamur, Selcen Demirkan,Melek Göregenli, Onur Koçyiğit, Serhat Taşlıca, tirpishon ve karakızıl Kolektifi

    Kapak: İç Mihrak Propaganda Tasarım

    Propaganda Yayınlarıwww.propagandayayinlari.net

    [email protected]

    Can Baş[email protected]

    COPYLEFT Bu eserin telif hakkı yoktur ve hiç bir hakkı saklı değildir. Çoğalt, dağıt ve paylaş!

    HUKUKİ SORUMLULUK REDDİ Editör ya da yayıncı, bu kitapta yer alan metinlere katılıpkatılmadığını saklı tutar. Bu metinlerin hukuki ya da yasal sorumluluğu editör ya da yayıncıyı bağlamaz.

    Propaganda Yayınları ve editör, bu metinlerin içeriği nedeniyle sorumlu tutulamaz.

  • E D İ T Ö R : C A N B A Ş K E N T

    A - P O L İ T İ K AD E R G İ S İ S E Ç K İ S İ

    T Ü R K İ Y E ’ D E A N A R Ş İ S T D Ü Ş Ü N C E TA R İ H İ - 5

    P R O PA G A N D A YAY I N L A R I

  • İçindekiler

    Sunuş 9

    Sayı 1 (Mayıs 1994) 11

    Sayı 2 (Ağustos 1994) 31

    Sayı 3 (Nisan 1995) 95

    Sayı 4 (Mayıs 1996) 109

    Sayı 5 (Mart 1997) 117

    Sayı 6 (Mayıs 1997) 151

    Sayı 7 (Aralık 1997) 167

    Dizin 187

  • Sunuş

    Apolitika dergisinin gönlümde apayrı bir yeri var. Öncelikle, ilk anar-şizm tedrisatımı ilk aldığım dergi Apolitika’dır. İkincisi, Apolitika’nınüslubu bana anarşist kuramın, bir çok diğer kuramsal bombardıma-nın yaşandığı siyasette, sıkıcı olmadığını öğretmiştir. Belki bu neden-lerle, bu cildi nispeten uzun tutmaktan gocunmadık.

    Apolitika, kısacık yayın hayatında, dolu dolu yayınladığı yedi sa-yısıyla, anarşizmin biraz ciddi, biraz da entelektüel yüzü olmuştur.Bunu, kimi kapak konularını kapsamlıca işlemelerinden, kimi ku-ramsal konulara çekinmeden cesurca değinmelerinden anlayabiliyo-ruz.

    Apolitika’nın benim için özel oluşu kendini burada ortaya koyu-yor. Zira, bu topraklardaki anarşist dergiciliğin lineer olmayan tari-hine, ta Kara’dan beri baktığımızda gördüğümüz sıçramaların en et-kileyicisi bence Apolitika’dır. Apolitika, anarşizmin, daha önce cid-diye alınmayan meselerlerde ciddiye alınmasını sağlamış, yarattığıözgüven ve ivmeyle anarşist yayıncılığın da önünü açmıştır.

    Bu kitap, Propaganda Yayınları’nın yaklaşık altı ay içinde yayınahazırlayıp tamamladığı ‘Türkiye’de Anarşist Düşünce Tarihi’ serisi-nin son kitabı. Uzun ve yorucu bir çalışma sonucu yayınladığımız buseri, bu topraklarda anarşizmin gelişiminin izini sürecek araştırma-cılara ve aktivistlere umuyoruz ki fayda sağlayabilecektir.

    Bu cildi hazırlarken, geniş bir redaktör ekibiyle çalıştık. Ekibimizolmasa, bu kitap var olamazdı. Tek tek tüm arkadaşlarımıza içten birteşekkürü (ve soğuk bir bira ya da güzel bir şarabı) borç biliriz.

    Kapak deseni, yine, İç Mihrak tarafından tasarlandı. İç Mihrak’aolan borcumuz, kuru bir teşekkürle ödenemeyecek derece gelmesinerağmen, ortaklaşmamız ve dayanışmamız pervasızca sürmektedir.

    Tatlı bir yorgunlukla, bu cildi yayınlayarak, ‘Türkiye’de AnarşistDüşünce Tarihi’ serimizi nihayetlendiriyoruz.

    Can Baş[email protected], www.canbaskent.netŞubat 2012

  • Sayı 1 (Mayıs 1994)

    Neye Niyet Neye Kısmet

    A-Politika anarşistlerin gündelik hayata ve onun önemli bir parçasıolan güncel politikaya müdahale ihtiyacından doğdu. Şimdiye kadarçıkan anarşist yayınlar politik alana doğrudan müdahale edemediler;bunda henüz anarşizmin Türkiye’de yeni olması, ’politik hareket’olmaktan çok bir ’ahlak felsefesi’ olması özelliğine yapılması zorunluvurgunun yanında, bu yayınların düzensiz, çoklukla birkaç ayda birçıkmasının da etkisi vardı.

    A-Politika bu yüzden 15 günlük, olmazsa aylık, belki de hafta-lık yayınlanması düşünülen bir dergi projesi olarak gündeme geldi.Bir deneme sayısı hazırlamaya karar verdik. Sonuçta elde toplananyazılara bir baktık ki, ne görelim. Ortaya çıkan ürün amaçladığımı-zın tam tersi. Biz güncele yönelik bir haber-yorum-röportaj dergisiamaçlamıştık ama gelen yazılar çoğunlukla ‘teorik’ içerikteydi. Öteyandan aktüel bir yayında görsel malzeme, grafik ve sayfa düzen-leme teknikleri en az yazı kadar önemliydi ve biz bu konuda çokyetersizdik.

    Uzun tartışmalardan sonra A-politika’yı bu haliyle, a, anarşizmeözgü aylık teorik dergi olarak çıkarmaya karar verdik. Nedir bu anar-şizme özgü teorik dergi? Anarşistlere göre teori ‘teorisyenlerin’ işideğildir. Herkes teorik yazı yazabilir. Bu yüzden teorik dergiden aka-demik üslup bekleyenler hayal kırıklığına uğrayacaklar.

    Periyodik bir yayın için gereksinmelerimiz belli. Düzenli malikaynak (reklam almayan hiçbir dergi kendini çeviremez), dergiyehaber ve yazı akışını sağlayacak ilişki ağı ve mutfakta yemeği pi-şirecek uyumlu bir ekip. itiraf edelim ki, bunların hiçbiri yok. Dahada önemlisi, gündelik hayata müdahale edebilmek için az çok ayrın-tılandırılmış, üzerinde anlaşılmış bir teorik zemin gerekir ki, bu dayok.

    O halde, ’bu ne cüret, nasıl böyle iddialı bir projeye soyunuyorsu-nuz’ diye sorabilirsiniz. Biz de kendimize soruyoruz ve cevaplıyoruz.Çok hızlı ’politikleşme yaşanacağını öngördüğümüz Türkiye’de bü-tün handikaplarına karşın anarşistler var ve artık salt anarşist olmakonlara yetmiyor. Hayatı değiştirmek için somut politikalar üretmegereğinin farkındalar. Elinizdeki dergi yaklaşık olarak nasıl bir yolizlenmesi gerektiğine dair ipuçlarını sunacak, tartışma açacak bir ilkadım.

    Derginin anlamlı bir şekilde yayınına devam etmesi ütopyamız,

  • 12 ed

    ˙

    itör: can başkent

    anarşist devrim perspektifimiz, mücadele tarzı ve örgütlenme anla-yışımız konusunda netleşmemize bağlı. Önümüzde bir yaz var, busıcak yaza bir toplumsal kimlik oluşturmadan girmenin faturası hiçde hafif olmayacak ancak vakit hiçbir zaman geç değil. Sultani tem-belliğimizden sıyrılıp, şimdiye kadar fazlasıyla yaptığımız bireyselfarklılıklarımızı vurgulamanın ötesine geçip (tabi bu farklılıkları sil-meden) toplumsal kimlik oluşturmanın gereklerini yerine getirmeli-yiz.

    Bu bağlamda, ’örgütlenmeye karşı anarşistlerle’ tartışmaya gir-meyi tamamen gereksiz görüyoruz. Ayrıca anarşist toplumsal dev-rimi (içeriğini ayrıntılandırmak koşuluyla) savunma konusunda danetiz. Somut alanlarda pasifist direniş önerilerine açık olsak da birtarz olarak ’pasifizmle’ yollarımızı ayırıyoruz.

    Bundan ötesi sizin de aktif katılımınızı umduğumuz yaz tartış-malarına bağlı.

    Yaz tartışmaları kimlik oluşturma konusunda elzem gördüğü-müz dört konu üzerinde yoğunlaşacak. Ütopyamız, anarşist devrimperspektifimiz, mücadele tarzımız, örgütlenme anlayışımız. Başta bukonular olmak üzere tartışılmasını gerekli gördüğünüz konuları bizeyazın. Yazılar elimize ulaştıkça A-politikanın önümüzdeki sayılarındayayınlayacağız. Yaz sonunda da kimlik oluşturma toplantıları yap-mayı planlıyoruz.

    Bilmem söylemeye gerek var mı? Amacımız yalnızca dergi çıkar-mak değil. Yaptığımızı yazmak, yazdığımızı yapmak istiyoruz. Dahaönceki anarşist yayınlardan farklı olarak, ‘apolitikacıların’, yani ken-dini bu dergide ifade edecek kişilerin ve gurupların ortaya çıkmasınıarzuluyoruz. Bu yüzden, elinizdeki dergi teorik çerçevesi henüz netolmasa da sizleri otonomlar kurmaya„ inisiyatifler oluşturmaya veproje üretmeye çağırıyor.

    Şimdilik hoşça kalın.İsimsiz

    İslami Faşizme Karşı Otonomlar Oluşturalım

    27 Mart seçimleri Türkiye’ye az çok politik gözle bakan herkesin farkettiği bir gerçeği kanıtladı. İslami hareket yükseliyor! Savaş boyut-larına ulaşmış Türk-Kürt çatışması eksenine bir de Laik-Müslümançatışması eklendi. Bu çatışma henüz yaygın ve yoğun bir biçimdeşiddet içermiyor. Ama, Maraş ve Sivas’ın gösterdiği gibi içerdiği şid-det potansiyeli geniş kesimlerde haklı olarak derin kaygı uyandırı-yor. Öncelikle son zamanlarda iyice yayılan ‘sivil toplumcu’ önyar-gılardan kurtulmak lazım. Bu bakış açısına göre bütün musibetlerinkaynağı politik toplum yani devlet. Resmi ideoloji dışındaki bütünoluşumlar ise ‘sivil toplum’ , ‘muhalif kategorileriyle olumlanıyor.Ve muhalifler arasında bir toplumsal konsensüsün peşinden koşulu-yor. Seçimlerden birkaç ay evvel PKK lideri Abdullah Öcalan’ın olasımüttefikler arasında DEP’le birlikte Refah Partisi hatta Büyük BirlikPartisini sayması ibret vericidir.

  • a-pol˙it˙ika derg˙is˙i seçk˙is˙i 13

    Devletin ve resmi ideolojinin bir musibet olduğu doğru ama mu-halefetteki faşizmin ‘sivil’ bir hareket olduğu da unutulmamalı. Fa-şizm, sivil toplum içinde örgütlü köle ahlakıdır. Faşizm belasının üs-tesinden gelmeden devletin, resmi ideolojilerin ortadan kalkması veözgürlükçü bir yaşam olanaksızdır.

    Faşizm, yoksulların ve orta sınıfların, monolitik bir korporatizmtalep eden, aşağıdan yukarı doğru örgütlenmiş ‘sivil’ hareketidir. Fa-şist Partinin iktidara geldiğinde tekelci sermayeyle birlikte yoksullarüzerinde amansız bir tahakküm kurması, muhalefetteki faşizmin bir‘halk hareketi’ olduğu gerçeğini değiştirmez.

    Ekonomik kriz ortamında işsizlik ve açlıkla yüz yüze gelen kitle-ler, eğer güçlü bir anarşist hareket yoksa„ başta faşizm olmak üzereotoriter seçeneklere yönelirler. Ekonomik Marksistlerin krizden dev-rim beklemeleri tamamen saçmalıktır. Devrim peynir-ekmek davasıolamaz, olduğu noktada otoriter yozlaşmaya uğrar (Rusya’da açlıkvardı!), devrim özgürlüğün fethi (Ukrayna’da yok muydu?) olaraktasarlanmalıdır. Bu yüzden faşizme karşı mücadele halkın bir bütünolarak devlete karşı seferber olduğu, kendi yaşamının efendisi olmakiçin ayağa kalktığı devrim mücadelesinden farklıdır. Esas olarak ‘si-vil toplum’ içinde bir ‘ideolojik hegemonya’ mücadelesidir. Faşizmekarşı direniş devletin mevcut kuvvetlerinin de parçalanacağı bir ku-tuplaşma, bir iç savaş ortamı yaratır ya da bu kutuplaşmaya karşıhalk tepkisinin üzerine oturan askeri Bonapartist devlete yol açar.(12 Eylül dersleri)

    Tatsız bir durumdur bu. Uzun süren bir iç-savaştan genellikle‘devrim’ çıkmaz, çıkan devrimden de hayır gelmez. Çünkü üzerindesavaşın ve militarizmin gölgesi vardır. Savaşla ‘devrimi’ kazanan kah-ramanlar ‘devrim’ sonrası ayrıcalıksız sıradan kişiler olmayı kabuletmez. Kendilerini ‘devrimin sahibi’ , kendi dışlarındakileri potansi-yel karşı-devrimci görürler. Bu bakış açısı iktidar nimetleriyle birleş-tiğinde gelsin Bürokratik Sosyalizmler..

    Ne var ki, devrimciler faşizmin yarattığı kutuplaşma ve iç sava-şın dışında da kalamazlar. Devrimin önünü açmak için faşizmin yokedilmesi zorunluluğu bir yana, fiziki varlıklarını korumak için bilesavaşmak zorundadırlar. Faşizme karşı mücadelede pasifist direnişyöntemleri hiçbir işe yaramaz. Pasifizmin dayandığı temel ‘insanlıkvicdanıdır’ . Oysa faşist ideoloji, kendisi dışındaki bütün oluşum-ları fizik olarak ortadan kaldırmayı programlaştırarak daha baştan‘insanlık vicdanım’ reddeder. Faşizm örgütlü vicdansızlıktır.

    İslami faşizmi tarihsel gelişimi içinde anlamak daha ayrıntılı birpolitik analizin konusu. Şimdilik onu 12 Eylül öncesi faşist hareket-ten ayıran bazı özelliklerini gözden geçirelim.

    Birinci olarak, çok odaklı bir akımdır İslami faşizm. MHP ve yav-rusu BBP’nin yanında İBDA-C’den ‘Müslüman Gençliğe’ RP’nin oypotansiyeli zemininde hareket eden çok sayıda odak mevcuttur. Önü-müzdeki dönem çok ciddi ve kanlı liderlik kavgaları muhtemeldir.Faşist ideolojide Führer’in (İslami faşizmden söz ettiğimize göre ha-lifenin) olmazsa olmaz bir yeri vardır. Görünen o ki, Türkeş’ten Erba-kan’a, Cemalettin Kaplan’dan Mirzabeyoğlu’na varolan adaylardan

  • 14 ed

    ˙

    itör: can başkent

    hiçbiri ‘tek liderliğini’ kabul ettirebileceğe benzemiyor.ikinci olarak, şovenizm ve milliyetçilik yedekte tutulmakla bir-

    likte İslami söyleme giderek ağırlıklı vurgu yapılmaktadır. MHP’nin12 Eylül öncesinde ırkçı-Turancı ideolojisi yüzünden çok değişik et-nik kökenlerden gelen bir kültür mozaiği görünümündeki Türkiyehalkından yalıtılmışlığıyla karşılaştırıldığında, faşizmin kitle teme-lini genişletici bir olgu olarak karşımızdadır bu durum. Bütün za-manların doğrusu olarak sunulan ’Kuran’ın halk içindeki saygınlığıörneğin ‘9 Işık’ ile kıyaslanmayacak düzeydedir. İslami faşizm Ku-ran’da toplum tarafından da kolaylıkla benimsenebilecek bir mono-litik totalite yakalamıştır. Ki bu faşizmin ilk koşuludur. Faşist yakla-şıma göre bütün korporasyonlar (toplumsal-mesleki örgütlenmeler)bu totaliteye (Kurana) tabi olarak varlıklarım sürdürebilirler. Neyseki, ciddi sorunları vardır. Tefsir ve içtihadlarda da anlaşabilmeleri vedaha önemlisi Anadolu’nun üçte birinde etkili olan heterodoks Alevi- Bektaşi Kuran yorumunu başarabilmeleri gerekir.

    Üçüncü olarak, İslami faşizm bir aksiyon hareketidir. 12 Eylül ön-cesi gerek faşist MHP gerekse şeriatçıların ana özelliği anti-komünistreaksiyoner hareketler olmalarıydı. Bu yüzden işlevleri sola karşıstatükonun silahlı savunucuları olmaktan ibaretti. Sağ kitle partisiAP’nin sokak gücü konumundaydılar. Bugünse İslami Faşizm kapi-talizmden acı çeken en alttakiler için ciddi bir seçenektir.

    Dördüncü olarak, İslami faşistler çok büyük ekonomik kaynak-lara hükmetmektedirler. Bu durum da 12 Eylül öncesi faşist hareket-ten farklıdır. 12 Eylül öncesi faşist hareket daha çok muhafazakar işa-damlarının bağışlarıyla ayakta durmaktaydı. Bugünse tarikat yapılarıholdingleşmiştir. Faşist odakların iş dünyasında organik yatırımlarıvardır. MÜSİAD (Müstakil İşadamları Derneği) artık TÜSİAD’ın ya-nında adım sıklıkla duyurmaktadır.

    Beşinci olarak, İslami faşistler yalnızca politik önermeler etra-fında değil hayatın içinde ekonomik ve toplumsal dayanışma örgüt-leri oluşturarak, cemaatler halinde örgütlenmektedir. Bu durum, bi-raz da cemaatlerin yukarıda andığımız mali olanaklara kavuşmasıylailintilidir. Ekonomik dayanışma İslami cemaatlerin klasik kabuğunuçatlatmış, özellikle küçük esnaf arasında onlara büyük prestij sağla-mıştır.

    Altıncı olarak, İslami faşizmin korporatist önermeleri ezilen kitle-ler tarafından ciddiye alınmaktadır. Bunun en somut göstergesi Hak-İş’in işçi sınıfı içinde sağladığı etkinliktir.

    Yedinci olarak, İslamcı faşistler deneyimli devlet kadrolarına sa-hiptir. Devlet içinde faşist kadrolaşmanın kökenleri MC hükümet-lerine kadar gider. Bu süreç 12 Eylül’de ve ANAP iktidarları dö-neminde de hızlanarak devam etmiştir. Generaller, faşist ve şeriatçıodakları siyaset dışına iterken, bu odakların alt ve orta kademe kad-rolarını komünizme karşı olmaları yüzünden devletin çeşitli kade-melerine doldurdular. Dört eğilimi birleştiren (!) Özal, sembolik bir-kaç eski solcunun yanında binlerce İslamcı ve ülkücüyü başta polisörgütü olmak üzere, en alt kademeleri bile kontrol edecek düzeydeyerleştirdi. Başlangıçta kaba saba politik militanlar olan bu devlet

  • a-pol˙it˙ika derg˙is˙i seçk˙is˙i 15

    (!) görevlileri zamanla bürokrasiyle kaynaştılar, bürokratik metotlarıbenimsediler. Artık binlerce faşist odaklarla organik ilişki içinde bü-rokrat var. Öyle ki, bunların konuşma ve davranışlarını sıradan bü-rokratlardan ayırt etmek olanaksız.

    Sekizinci olarak, İslami faşizm artık sivilliği tartışma götürmezbir harekettir. 12 Eylül öncesi ‘devletin güvenlik kuvvetlerinin yar-dımcısıyız’ diyen Türkeş dahil bütün faşist odaklar resmi ideoloji-den, statükodan uzak durmayı öğrenmişlerdir.

    Dokuzuncu olarak, İslami faşizm modernisttir. Solcuların İslam-cıları gericilikle suçlaması tamamen yüzeysel bir değerlendirmedir.İslami faşizmin çok ciddi bir sanayileşme, özellikle de askeri sanayi-leşme programı vardır.

    Onuncu olarak, aslında bir paradoks olmasına karşın propagandateknikleriyle modernizme karşı tepkiyi kendi içinde massedebilmekyeteneğindedir. Bunu da kültür ve teknolojiyi birbirinden ayırarakyapar. Yıllardır ısrarla işledikleri tez, teknolojide modernist kültürdegeleneksel olmaktır. Aslında bunun mümkün olmadığı ortadadır. Ör-neğin, toplumsal örgütlenmelerinde tarikat merkezli cemaat yapılarıikinci plana itilmekte, modern bir biçim olan holding destekli siyasalparti örgütlenmesi ön plana çıkmaktadır.

    Onbirinci olarak, İslamcı faşistler artık bağımsız bir entelejan-siyaya sahiptir. Faşistler ve şeriatçılar, yıllardır kendi kabuklarınıniçinde dar kafalı insanlar olarak varolmuşlardır. Bu eksikliklerini on-larla geleneksel muhafazakar sağ iktidarlar arasında köprü işlevi gö-ren aydınlar ocağının tezlerini ödünç alarak kapatmaya çalışmışlar-dır. Ancak, 12 Eylül sonrası İslamcı kesimde çok yoğun bir entelek-tüel faaliyet başladı. Yalnızca kendi geleneksel kaynaklarıyla sınırlıolmayan bir çalışmaydı bu. ilk elde sola açıldılar, bununla da yetin-meyip batı dünyasındaki post-modern düşünürlerle buluştular, İs-lamcı entelektüeller giderek her tartışma ortamında beğeni ve hay-ranlık kazandılar. Yalnızca üst düzeyde entelejansiya yaratmakla kal-madılar, ortalama bir İslamcı ortalama bir solcudan daha kültürlü vebirikimli hale geldi. Bu gelişmeler entelejansiya içindeki gelenekselsol iktidarı sarstı ve ideolojik hegemonya mücadelesinde İslamcılarabüyük avantaj sağladı.

    Onikinci olarak, İslamcı faşizm MHP dahil bütün kollarıyla bir-likte şiddetten ve sokaktan uzak durmaktadır. Bu konuda kendi ta-banları üzerinde sıkı bir denetim kurmuşlardır. Yer yer ürkütücü is-yan provaları yapmakta (Sivas, Taksim ) ama 12 Eylül öncesi MHPgibi şiddeti sıradanlaştırmamaktadırlar. Özellikle okullarda çıkan ça-tışmalarda haklı zeminde olmaya dikkat etmektedirler. Demokrasisöylemlerinin olanaklarından yararlanmakta ve kitlelerdeki ‘şiddetyanlısı’ imajlarım silmeye çalışmaktadırlar.

    Ancak her şey aslına rûcu eder. Bu durum sürgit devam edemez.Kendini az çok güçlü hisseden odaktan başlayarak artık fiziksel şid-det uygulamanın zamanının geldiğine inananlar sokağa çıkacaklar-dır. Bu durum, kendi içlerinde iktidar mücadelelerinde bir koz olarakkullanılacağından hiçbir kesim ‘kafirlere’ karşı göğüs göğüse kavga-dan imtina edemeyecektir. Sivas’ta olduğu gibi toplu eylemlerde hep

  • 16 ed

    ˙

    itör: can başkent

    birlikte karşımıza çıkmaları da olasıdır.Belli başlı özelliklerini yukarıda sıraladığımız İslami faşizme karşı

    mücadele nasıl olmalıdır? Önce nasıl olmamalıdır sorusuna cevaparayalım.

    Soruna devlet katında çözüm aramak beyhudedir. Medyanın çö-züm olarak sunduğu merkez sağın güçlendirilmesi (ANAYOL), Ke-malizm’in rehabilitasyonu (Solun birliği) ve laik cephe (milli birlikhükümeti) formülleri İslami faşizmin gelişmesini durduramaz.

    Merkez sağın güçlendirilmesi durduramaz çünkü: Şimdiye ka-dar Kemalizm ve Komünizme karşı merkez sağı desteklemiş İslamicemaat yapıları içindeki kitleler artık kendi korporatist talepleriyleortaya çıkmaktadırlar. Merkez sağ bu talepleri karşılayamaz. DYP-ANAP birleşmesi şeriatçıları güçlendirmekten başka bir şeye yara-maz.

    Kemalizm’in rehabilitasyonu durduramaz; çünkü: bu projenin te-meli mevcut sosyal demokrat partilerin Kemalist bir önderlik altında(Ecevit ?) birleştirilmesidir. Bu proje gerçekleşse ve merkez sağın bö-lünmüşlük durumunun sürmesi halinde geçici iktidar durumu sağ-lansa bile İslami gelişmenin önlenmesi mümkün değil. Sosyal de-mokratlar yoksulların ekonomik taleplerini karşılayamaz. Devletinelinde Batı Avrupa’da olduğu gibi geniş kaynaklar yoktur. Devletinana sorunu şu anki bütçesini denkleştirmektir. Yeni kaynak yaratmakyani yeni vergi koymak da mümkün değildir. Konulabilecek bütünvergiler konmuştur. Dolaylı vergilere yüklenilmesi yoksulların dahada ezilmesinden başka bir sonuç vermez. Sosyal-demokratların bur-juvaziyi elindeki kaynaklardan birazından vazgeçmeye ikna etmelerisöz konusu değildir. Zaten böyle bir şeye niyetleri de yoktur. Sos-yal demokratlar ‘bu düzen değişmelidir’ söylemini terk etmiş, daha‘gerçekçi’ (monetarist) politikaları benimsemişlerdir. ’Eskiden sosyal-demokratları umut olarak gören kent yoksulları hızla Refah’ın adildüzenine destek verir konuma kaymaktadır.

    Bütün düzen partilerinin bütünleştiği ‘milli birlik hükümeti’ for-mülü ise iç-savaşı öne almaktan başka bir işe yaramaz. Ekonomikkrizin derinleştiği koşullarda iktidar yürüyüşleri parlamenter yollaengellenen İslami faşistler Erbakan’ın dediği gibi iktidarı ‘kanla’ elegeçirmeye yöneleceklerdir.

    Ayrıca şu faktör de unutulmamalıdır. Biz yazımızın konusu ge-reği yalnızca laik- Müslüman kutuplaşması eksenini ele aldık. Şuanda en az onun kadar önemli bir Türk-Kürt kutuplaşması ekseni devardır. Buna bir de birinci-ikinci cumhuriyet tartışmalarını, ABD’ninyeni dünya düzeni projesi çerçevesinde Orta-Doğu ve Orta-Asya’yailgisini, Iran-ABD çatışmasını, Jirinovski’nin yükselişini, Avrupa’dayükselen faşizmi ekleyin. Sos olarak da ekonomik kriz. Siyasi tab-loda ortaya çıkan kaotik yemek tam İslami faşizmin ağzına layıktır.

    İslami faşizmin karşısına bürokratik sosyalizmle çıkmak olacakiş değildir. Bürokratik sosyalizm faşizmle mücadele yeteneğine sa-hip olsaydı 70 yılın ardından Rusya’da Yeltsinleri, jirinovskileri gör-mezdik. Bürokratik sosyalizm İslami faşizmin esin kaynaklarındanbiridir.

  • a-pol˙it˙ika derg˙is˙i seçk˙is˙i 17

    Yapılması gereken, sivil toplum içinde faşizme karşı ‘ideolojikhegemonya’ mücadelesidir. Bu mücadelenin yoğun bir biçimde şid-det içereceği şimdiden öngörülmelidir. Faşist saldırılara hak ettiğisertlikte karşılık verilmelidir. Ancak, at izinin it izine karışmamasınada dikkat edilmeli, hedef iyi tespit edilmeli, meşru zeminden ayrıl-mamalı (buradaki meşruiyetin ölçüsü anarşist ahlaktır), İslami faşistodaklarla bu düşüncelerin etkisi altındaki kişiler ayırt edilmelidir.

    İdeolojik hegemonya mücadelesinin ilk adımı İslami Faşizminideolojik teşhiridir. Korporatizmin, yani zenginlerle yoksulların uyumiçinde yaşamasının olanaksızlığı vurgulanmalıdır. Bu bağlamda, yok-sulların kapitalizme karşı doğrudan eylemleri ve öz-örgütlerini oluş-turmaları teşvik edilmelidir. Devrimcilere çağrı! Yeniden tozlu, ça-murlu gecekondu yollarına...

    Faşizmin köle ahlakı sürekli teşhir edilmelidir. Burada kilit kav-ram ‘vekalettir’. Faşistler yoksullara ‘adil düzen’ vaat etmekte karşı-lığında mutlak itaat talep etmektedirler. ‘Adil düzenin’ ne kadar adilolduğu tartışması bir yana gerçek bir adil düzen başkalarına vekaletçıkartılarak kurulamaz. ‘Adil düzen’ dümeninin tek başına teşhiri defazla işe yaramaz, çünkü kendilerini yalnızca profesyonel politikacı-lar tarafından üretilen seçenekler arasında seçim yapmakla yükümlüsayan yığınlar inanmak istedikleri için inanmaya devam edeceklerdir.Reel-sosyalist projelerle İslami faşizmin aynı vekalet kulvarında ya-rışmak da çözümsüzlüktür. Bu projelerin de despotizmin bir başkatürü olmaları bir yana, halkın İslama olan kültürel yakınlığı, ki buyakınlık yüzünden yıllarca soldan uzak durmuştur, yenilgi anlamınagelir. Yapılması gereken köle ahlakı yerine özgürlükçü ahlakı geçir-mek, bu bağlamda İslami bir kültür olarak benimsemiş insanlara İs-lami n heterodoks yorumlarını (Alevi-Bektaşi-Tasavvufi) önermek vehalka öz-örgütlerini oluşturarak istemlerini doğrudan eylemle ha-yata geçirmesini telkin etmek. Başarılı olacağı su götürür de olsa uğ-runa çaba harcamaya değer bir perspektiftir bu. Başkaca da bir çıkışyoktur.

    En sonu, devrimciler halkın modernizme karşı toplumsal daya-nışma ihtiyacına tekabül eden cemaatleşme eğilimini artık anlamalı-dırlar. Modernizmin savunucuları olmayı derhal terk edip devrimcicemaatler oluşturmalıdırlar.

    Şu kesinlikle saptanmalıdır, sayıları 104’ü bulan ve hepsi de öncesoliçi sonra da ülke çapında iktidara talip ‘sol’ siyasi merkezlerinbu mücadelede yeri yoktur. Faşizme karşı mücadele semtlerde, okul-larda, fabrikalarda yerel güçlerce gerçekleşecektir. Bu sert mücadeledevrimciler arasındaki kardeşliği gereksinir. Bu siyasi merkezler sonugelmez iktidar talepleriyle bu kardeşliği tahrip ederler. Hem de neadına, merkezde yer alan bir avuç profesyonel devrimcinin egoları-nın statü ihtiyacını tatmin adına! Merkezler ve liderlere ihtiyacımızyok! Vekaletçi ve vesayetçi politikaya hayır! Faşistleri eleştirdiğimiznoktada onlarla aynı konuma düşmeyelim. Halkın öz-örgütlerini ya-ratmak için seferber olalım!

    İslami faşizme karşı direniş için otonomlar oluşturalım!İsimsiz

  • 18 ed

    ˙

    itör: can başkent

    İslamcıların Kutsal Cehennemi

    ‘şol cehennemin ateşleri / yakar Allah deyyu deyyu’1979’da Iran devrimi patlak verdiğinde bu olayın yaşadığımız

    bölge ve dünyada yeni gelişmelere yol açacağı gün gibi ortadaydı.Ortadoğu’da Iran devrimi doğrultusunda gelişen hareketler, enter-nasyonal Humeynicilik (İslamcılık), Irak-İran savaşı bu gelişmeleresadece birkaç örnek. Belki de bu olaylar sadece gelecekteki çok dahabüyük patlamaların habercisi.

    Çok geçmeden İran’daki ‘muzaffer İslam devriminin’ yankılarıTürkiye’de de belirmeye ve her çeşidinden İslami hareketlere, grup-lara yeni bir ivme kazandırmaya başladı.

    Bu yazıda hedeflenen, Iran devriminin devrim kavramına uzunsüredir algılananının dışında yeni bir içerik kazandırması olgusu-nun özet olarak ele alınması, Türkiye’de gelişen İslami dinamiğe ge-nel bir bakış, Iran devrimi türünden olayların Türkiye’de muhtemeldinamiklerinin kısaca ele alınmasıdır. Bu yazıda ayrıca İslamın gü-nümüzde önerdiklerinin ve hiç şüphesiz ta kendisinin kolay eleştiriyöntemlerine kapılmaksızın (resmi ideolojinin arkasına saklanmak-sızın) eleştirisine bir giriş hedeflenmiştir.

    Ben, kendi adıma şunu söylemek isterim, Türkiye’de -yani Müs-lüman kültür iklimindeki bir ülkede-yazarların, çizerlerin (İslam dışıolanlarının) bu kadar önemli bir konuda ‘irtica’ vb. gibi hazır şab-lonları kullanmaktan öte geçmemelerini acıklı buluyorum. Koskocabir toplumsal olay karşısında İslamın temel önermelerini tartışmakyerine araya ‘laiklik’ vb. yasal kavramları sokuşturmalarına şaşıyo-rum, gerçekten bu durum insana ismet Özel’in şu yazdıklarını sor-durtuyor: ‘Devamla şöyle sözler edebilecektir: Eskiden ne iyiydi, ir-tica diye bir şey vardı. Gerektiği zaman ‘irtica var’, ‘irtica hortladı’derdik ve böylelikle siyasi rakibimizi köşeye sıkıştırırdık. Eskiden neiyiydi. Defalarca peynir gemisinin lafla yürüdüğünü ispat etmiştik.Birine mürteci, gerçi, sağcı dedik mi işi bitikti. Şimdi öyle mi ya?Şimdi ne zaman irtica lafı etsek bazıları çıkıp ‘siz Müslüman değilmisiniz?’ diye soruyorlar. Bu soruya menfi cevap vermek de müspetcevap vermek de işimize gelmiyor.’

    Evet! Şurası çok açıktır, zülfiyare dokunmaksızın ne Iran devrimieleştirilebilir, ne de Türkiye’deki İslami hareketler. Kuran’dan alın-tılar yapacaksın, İslamcı ya da Müslüman da olmayacaksın ve bü-tün bunları eleştireceksin. Bu tereciye tere satmak olur. Bugün halabirçok Iran ve İslami hareket eleştirmeni karşılarında Derviş Vah-deti’nin, Şeyh Sait’in olduğunu sanıyorlar, bu deve kuşu gibi kafayıkuma gömmektir.

    Her insan, bilim adamı, yazar, ressam vb. belirli bir konumdadır.Belirli istemleri, düşünceleri, önyargıları, inançları vardır. En nes-nel olduğu sanılan konuda bile bunlar onun ürünlerine çarpıcı birşekilde yansıyacaktır. Bazı_ durumlarda bu durumun açıkça ortayakonulması iletişimi kolaylaştırmaktadır, ismet Özel merak etmesin

  • a-pol˙it˙ika derg˙is˙i seçk˙is˙i 19

    bu satırların yazarı ‘siz Müslüman değil misiniz?’ sorusuna çok açıkbir cevap verecektir. Bu yazının yazarının amacı İran’da olanlarınTürkiye’de ya da dünyanın herhangi bir yerinde tekrarlanmamasınakatkıda bulunmak, İslami bir toplum düşüncesine karşı çıkmaktır.KARA dergisinde sanırım daha uzun süre devam edecek bir tartış-manın belki de ilk adımıdır, bu yazı.

    Müslümanlık, tarihin en büyük devrimlerinden biri olarak pat-lak verdi. Bu devrim süreci içinde tarihteki her başkaldırıda görünenöğeleri taşıdı, geliştirdi. Fakat o da politik iktidarı fetheden bütündevrimler gibi varlığıyla ve varlığını geliştirmeye çalışmakla yetin-medi, siyasal erki elinde tutmanın bütün avantajlarını kullandı, ka-lıplaştı, ehlileşti nihayet statükonun araçlarından biri haline geldi.Müslüman dünyası ‘re-el dünya’ üzerinde gücünü imparatorluklarve benzerleriyle sürdürdüğü sürece önemli bir sorun yaratmıyordubu durum. Bütün incelikleriyle de yaygın bir motivasyon aracı ha-linde sürüp gitmesine pek gerek de yoktu. Halk kendi bildiği gibiMüslümanken ve güçlü devletler bu vergi verenler kitlesini kafirlerekarşı korurken bu kadarı yeterliydi. Devlet bir din adamları kad-rosu besler, bu kadro aracılıyla halkın Müslümanlığının nabzını yok-lar, bazen dinsel belagat bazen de zor ve ikisinin karışımıyla statü-koyu sürdürür, götürürdü. Müslüman kültürü de o kadar boş bı-rakılacak bir kültür değildi hani. Kuran’a, fıkıh ve kelama başvur-mazsanız, Batıniler, Hasan Sabbah, Baba İshak, Şeyh Bedrettin gibitatsız olaylarla da karşılaşabilirdiniz. Yine de devlet güçlüyken ehliİslamın fazla ateşli olmayan bir üslupla resmi ideolojiyi korumasımümkündü. Birçok Osmanlı, birçok İranlı ve Arap için bu durum,doğuştan Müslüman olmayı, hayatı boyunca ailesinin ve otoritelerinöğütlediği kültürelleşmiş din kurallarını uygulamasını, üzerinde defazla kafa yormamasını getiriyordu. Tek insan olarak bu insanlarınbirçoğu Fransa’da doğsalardı şüphesiz Hıristiyan olurlardı. Toplumseçmişti ve onlar sürdürüyorlardı.

    Ve birgün Hıristiyanlar geldi. Bilinen hikaye. Her-şeyleriyle gel-diler. Teknolojileri, siyasi fikirleri, kendi ahlakları ve kendi ahlaksız-lıklarıyla. Müslüman toplumlarda her şey ‘Müslüman’ mıydı o za-mana kadar. Hayır! Onların da kendi günahları, kendi ahlaksızlık-ları ve kendi sıkıntıları vardı. Fakat yabancı ve yeni bir güç girmiştidevreye artık. Kendinin olan bir şeyleri savunmak için eski silahınımüzeden çıkardı. Herhangi bir çarpışma için ateşli fikirlere gerekvardır. Ve Müslümanlık bireysel seçmeye dayanan özel bir durumyaratmaya başladı: İslamcılık. Batılılaşmanın düşman kardeşi olarakgelişmeye başladı. Öyle ki örneğin Osmanlıda batılılaşmanın önderiolan bazı padişahların isimlerinde bile görürüz bu durumu ‘Abdül-mecit’ (Yüce’nin kulu), ‘Abdülaziz’ (Aziz’in kulu) gibi. Batıcı babagünah çıkarıyordu.

    Unutulmuş kurallar tazelenmeye başlandı, İslam popüler bir ye-niden canlanma sürecine girdi. Statükonun koruyucusu, yani devlet,sanıldığı kadar ilgisiz kalmadı olaya. Osmanlı’da yeniçeriler bile ba-tılı nizami orduya geçilmek istenirken ‘dinsiz - Bektaşi’ denilerekkesildi. Yüzyıllardır kültürel bir öğe olarak taşınan İslamiyet artık

  • 20 ed

    ˙

    itör: can başkent

    ideolojik bir öğe haline geliyor ve senelerdir içinde taşıdığı unsurlarakarşı da acımasız davranmaya başlıyordu. Kendi sürüsünü başka ço-banlara karşı korumak isteyen devlet için de eşi bulunmaz ideolojikaraç gibiydi. Fakat yeni bir ideoloji belirmekte gecikmedi: Milliyetçi-lik. Derken sosyalizm, komünizm falan filan.

    İslamcılığın yıldızı söner gibi oldu. Müslüman ülkelerde ulus dev-let oluşturma sürecinde milliyetçilik ön plana çıktı. Ama ulus devletbir kere kurulduğunda dünya sisteminin içinde yer almaya başladı-ğında, uluslararası kapitalizmin eklemleri içinde yer almaya başladı-ğında, ‘geri kalmış’ bir ülke için milliyetçiliğin pek uygun bir ideolojiolmadığı ortaya çıkacaktı. Dünya kapitalist sistemi bir ulusa ‘ne ka-dar para o kadar ulusal onur’ gözüyle bakıyordu. Ayrıca uluslaşmasürecini batıdakinden daha geç yaşayan Müslüman ülkelerde bu yeniideoloji derin köklere sahip olamıyordu. Fransız-Hıristiyan sentezigibi kavramlar söz konusu değilken örneğin Türkiye’de Türk-İslamsentezi dilden düşmeyen bir kavram olmaya başladı.

    Ortadoğu’da daha sonra bütün kavramların sentezlerini görmeyebaşladık. Arap sosyalizmi, Türk sosyalizmi, İslam sosyalizmi vb. Sankiherşey birbirinin içine girmişti. Son gözde sosyalizmin, gözden düş-meye başlamasından sonra İslamcılık tekrar parlamaya başladı. Artıkİslam kavramından takılara gerek kalmaksızın bahsedilmeye başlan-mıştı.

    Kültürel öğelerden alınan bir miras olarak değil de bireysel seçi-min sonucu olarak beliren küçük İslami grupların büyüme ve iktidarmücadelesi.

    Önce küçük gruplar, küçük yayın organları vardı ‘radikal’ İsla-mın. Fakat bu küçük grupların önemli bir avantajı vardı. Üzerindeyaşadıkları toprağın ürettiği tek ideoloji onlarınkiydi. Bunu iyi değer-lendirmeleri gerekirdi, ideolojik katılaşma sağlanmalı, İslami metinçalışmaları yoğunlaştırılmalıydı. Son İslamcı kuşağın gözler önüneserdiği gibi, batılı eğitim de alınmalıydı; karmaşık bir ideolojininyeniden üretimi yapılacaktı. Emperyalizme, kapitalizme, sosyalizmekarşı İslami bir toplum için bir İslam devleti oluşturmalı, sonra dabu devlet aracılığıyla topluma tekrar çeki düzen verilmeliydi.

    Fakat bu grupların önemli dezavantajları da vardı. Birincisi, ar-tık düşman ideolojilerin hakim olduğu devlet yapıları, ikincisi dinselaçıdan iyice ehlileşmiş sünni Müslümanlık, üçüncüsü yeri belirli ül-kelerin dünya sisteminin hiyerarşisi içinde yer değiştirme çabalarınıgüçlendirecebilecek hareketlere büyük bir kuşkuyla yaklaşan dünyagüçleri.

    ‘Zincir en zayıf halkasından kopar’ denir, öyle oldu. Iran İslamibir patlama için en uygun koşullara sahip bir ülkeydi. Her şeydenönce İran Şii Müslümanların ülkesiydi. ‘Ortodoks’lukları ile tanınanŞiiler, ‘radikal’ bir ideoloji için gereken hızlı bir katılaşmaya uygun-dular. Sonra İslamiyetin ayrı bir kurum olarak örgütlendiği (Şii mez-hebi nedeniyle) dolayısıyla diğer ülkelerde olduğu kadar devletleiçice girmediği ve hazır bir dinsel hiyerarşiyi barındırdığı bir ülkeydiIran. Örneğin Türkiye’de olduğundan çok daha fazla özerk bir ku-rumsal yapıya sahipti İran’da din.

  • a-pol˙it˙ika derg˙is˙i seçk˙is˙i 21

    Bütün bunlara bir de Şah’ın komik yönetimi eklenince: işte dev-rim. Fakat bütün bunlar şimdi, olaylar olup geliştikten sonra görebil-diğimiz, söyleyebildiğimiz şeyler, doğrusu bu ya kimse ‘bu kadarını’beklemiyordu.

    İran’da Şah’a karşı mücadelenin kahramanları uzun yıllar hepsosyalistlerdi. Suikast eylemleri, protestolar, yurt dışı faaliyetlerde engöze çarpan muhalif unsur sürekli onlardı. İran’lı sosyalistler sosya-lizmi batılı bir düşünce halinden de çıkarmaya çalışmış, ülkelerine‘uyarlamaya’ çalışmışlardı, İslami sosyalizm. Bir şeyin safı varkenkim bakar alacalı bulacalısına.

    Yine de İran’da devrim kendiliğinden ayaklanmalar olarak patlakverdiğinde liderlik belirginlik kazanmış değildi. Şah döneminin ünlüörgütü Fedayin hızla eridi. Sentez yapmaya çalışan Mücahidin belkide sentezinin kurbanı oldu. Yıllarca Şah’la bazen didişmiş, bazen dekardeşçe birlikte yaşamış mollalar hiyerarşisi, her şeyiyle hazır kuru-muyla -geldi ve kendiliğinden hareketin başına oturdu, o hareketinkendisi tarafından da oturtuldu. Gitti Şah, geldi Şahbaz.

    Bu olayların ayrıntısı şüphesiz çok daha geniş tartışılabilir vetartışılmalıdır da, yalnız burada özellikle dikkat çekmek istediğimnokta tamamen farklı Şah’a karşı yıllarca sürdürülen mücadeleninkahramanları, şehitleri ve onuru çoğunlukla başka hareketlere aitiken, İslamcı ideolojinin bu hakimiyeti nasıl oldu? Var olan bir ku-rumun ve hiyerarşinin tartışılmaz ağırlığını bir yana bırakırsak, busorunun cevabı olarak belki de Iran devriminin en özgün yanını bu-luruz.

    Osman Konur

    Dinle Marksist!

    Yönetici sınıf haline gelmiş proletaryadan bahsediyorsun. O haldesorabilir miyiz proletarya yönetici sınıf olmuşsa kimi yönetecektir?Ayrıca ‘yönetici sınıf düzeyine yükselmiş proletarya’ ne demektir?Proletarya bir bütün olarak hükümetin başına mı geçecektir? Şu andaTürkiye’de yaklaşık 6 milyon işçi vardır. Bunların hepsi birden yöne-tici mi olacaktır? Eğer bütün halk yönetici olacaksa, o zaman hükü-met yok olacak, devlet yok olacak demektir; ancak ortada bir devletvarsa orada yöneten efendiler ile yönetilen köleler de var demektir.

    Son söyleyeceğin söz halkın yöneticilerini demokratik seçimle se-çeceği, gerektiği zaman da görevden alacağı olabilir. Burjuvalar daaynı şeyi söylüyor. Ama biz özel mülkiyeti kaldıracağız, dolayısıylaherkes işçi olacak ve temsilci olarak kendi aralarından birini seçe-cekler diyorsun. Eski işçi demek istiyorsun. Çünkü geçmişi ne olursaolsun bir milletvekili, bir bakan artık bir milletvekili ve bakandır. Kol-tuk ve ayrıcalık çok tatlıdır. Hem sen demez miydin, insanların bi-linçlerini sosyal konumları belirler diye. İşçi sınıfı devleti öncü partisiaracılığıyla yönetir diyeceksin, öncü partinin kimlerden oluştuğunubiliyoruz. Marksizm - Leninizm’in bilimini, onun rehberliğini kabuletmiş profesyonel devrimcilerden. Bu formülasyona bakıyoruz. Or-

  • 22 ed

    ˙

    itör: can başkent

    tada Marksizm - Leninizm var, profesyonel devrimciler var, bilim var.Ama hani işçi sınıfı? Cevabın hazır biliyorum. Marksizm - Leninizmişçi sınıfının çıkarlarını savunur diyorsun. Sana Sovyet Deneyindensöz etmeyeceğim, cevabını biliyorum. Onlar revizyonistti, Stalinist’tifalan.

    Ama dünyanın hiçbir yerinde işçiler senin gibi Marksizm - Leni-nizm bizim çıkarlarımızı savunur diye düşünmüyorlar. Tam tersineşöyle düşünüyorlar: Devlet kapitalist de olsa, sosyalist de olsa be-nim yaşamımda ne değişecek. Ben gene sabah 8’de işe geleceğim5’te çıkacağım. Fabrika eskiden patronunken şimdi devletin olacak.İyi de bundan bana ne? Ben zaten patronun suratını hiç görmemki. Benim işim ustabaşıyla nadiren de müdürlerle. Ustabaşım SHP’li,müdür ANAP’lı. İkisi de komünist olsa ne olacak? Hem duydum ki,artık fabrika anonim şirket oluyormuş. Bir sürü patron olacak, bende para biriktirirsem biraz hisse senedi alabilirim. Diyorlar ki, sosya-lizmde fabrika devletin olacak, devlet senin olacak, o halde fabrikasenin olacak. Nasıl yani? Fabrika benim olacaksa ben şu Allanın be-lası işi bırakabilir miyim? Ya da çalışma saatlerini kısaltabilir miyim?Yok, ona merkezi planlama karar verir. İyi o zaman şu hesaplara birgöz atalım bizim ücret herhalde 3-4 kat artar. Olur mu Yoldaş, ka-rın hepsini sen alırsan yeni yatırımları nasıl yaparız, savunma sanayinasıl olacak, komünist partisinin, gizli polisin, bürokratların maaşlarınereden verilecek, ücretleri de merkezi planlama belirler. Peki grev?Ne grevi, kendi kendine mi, grev yapacaksın fabrika zaten senin.Peki sendika? Sendika olacak tabi, komünist parti politikalarını sanabenimsetmek için. İyi, o zaman ben sosyalizm almayayım, şimdi hiçdeğilse arada bir grev yapıp bazı isteklerimi kabul ettirebiliyorum.Yoldaş, bu işçi sınıfı çok dar kafalı değil mi? ‘Tarih yapmak’ falanumurunda değil. İyi de başka türlü olabilir mi? Devrimciliğinde sa-mimiysen, biraz düşün işçi olmak ne demektir? Ücretli kölelik. Kö-leler köle kalarak yeni bir hayat kurabilir mi? İşçi sınıfının devrimciolabilmesi için ‘işçi’ olmayı reddetmesi gerekir. Bu durumda -genebaşa geldik- kim yönetecek işçi devletini?

    Sakın ağzı laf yapan yeni partili akademisyenler, bürokratlar vepolitikacılar olmasın?

    İsimsiz

    Seks-pol Yeniden

    Seks-pol, ilk kez Wilhelm Reich tarafından ortaya atılan bir kavram.Psikanalizle Marksizm’in sentezi peşinde koşan Wilhelm Reich, ulus-lararası Psikanaliz Derneğinin tutucu üyelerine karşı geliştirdiği mu-halefetin bir parçası olarak 1930’larda Berlin’de yaygın olarak ‘seks-pol’ olarak da bilinen ‘Cinsel Politika Derneğini’ kurar. Reich’ın bü-tün kitapları Türkçe’ye çevrilmiş durumda ve görüşleri oldukça iyibiliniyor.* Burada çok kısa değineceğiz.

    Reich’ın Marksistliği sadece metodolojiyle sınırlı bir Marksistlik-tir (Freud’çuluğu da öyle) Ekonomik determinizmi kabul etmediği

  • a-pol˙it˙ika derg˙is˙i seçk˙is˙i 23

    gibi, ‘proletarya diktatörlüğünü’ de reddeder. Bolşevikleri başlan-gıçta ‘cinsel politika’ alanında cesur, deneysel tutumları nedeniyledestekler. Eşit işe eşit ücret, politik eşitlik, boşanma ve kürtaj hakkıgibi devrimin kazanımlarını selamlar, öte yandan, bürokrasinin ku-rumlaşmasıyla atbaşı giden ve Stalin’le ayyuka çıkan otoriter, tutucuyapılanmaya da şiddetle karşı çıkar. Reich’ın temel kaygısı ‘özgürlük-tür’. Bu yüzden temel kaygısı ‘iktidar’ olan Marksizm’in ana göv-desiyle sürekli çatışma içindedir. Kitapları Sovyetler Birliğinde deyasaktır. Görüşleri yüzünden Alman Komünist Partisinden de ko-vulur. Ona göre ekonomik alanda yapılan devrim yetersidir, ancakbir ilk adımdır. ‘Özgürlükçü’ kültürü kurumsallaştıracak bir cinseldevrimle desteklenmezse bürokratlaşma kaçınılmazdır. Reich’ın bugörüşleri, Marksizm içinde Rosa Luxemburg, Clara Zetkin ve özel-likle de Kollontai ile uyum içindedir. Ne ki, tümü de kadın olan buisimler Marksizm içinde marjinaldir. Bir yanda Kautsky’nin Weimarcumhuriyetini kuran babayani sosyal-demokrat partisi, diğer yandaKollontai’ı ‘bahriyelisiyle yetinsin’ diye aşağılayan Lenin. Zetkin’insosyal- demokrat parti içinde kadın sorununu tartışmaya açmasınaLenin’in nasıl köpürdüğü iyi bilinir. Lenin Zetkin’i devrimci görev-leri unutmakla suçlar. Ona göre kadın sorunu devrimden sonrayaertelenmeliydi. Zetkin de Marksizm’in ‘erkek’ söylemi içinde sıkış-mış olduğundan savunmaya çekilir.

    Bolşevik iktidarında cinsel politika alanında olumlu ne varsa Ka-dın Bakanı olan Kollontai’nin imzasını taşır, Lenin ‘işçi muhalefetini’tasfiye sürecinde Kollontay’ı bakanlıktan alıp uyduruk bir büyükel-çilik göreviyle sürgüne gönderince bir taşla iki kuş vurmuş oldu.Ailenin tasfiyesi yönünde atılan bütün adımlar durduruldu, aile ye-niden restore edildi. Stalin döneminde on çocuk doğuran annelerekahramanlık madalyası verildi vs.

    Marksizm’i ‘erkek’ olarak nitelememiz okuyucularımıza aşırı ge-lebilir. Ama öyleydi. Özgürlükçü insanların Marksizm içinde marji-nal kalmaları tesadüf değildir. Marks kızıyla yaptığı oyun-söyleşide‘erkekte en büyük erdem olarak güçlülüğü, kadında en büyük er-dem olarak zayıflığı’ gördüğünü söylüyor. Marks gibi bir adamın bu‘samimi’ itirafının mutlak teorik bir arka planı vardır. O da tarih-selciliktir. Engels devlet-aile-özel mülkiyet arasındaki ilişkiyi - eksikolmakla birlikte- iyi saptıyor. Ancak, ‘uygarlığa’ yani devletli, aileli,özel mülkiyetli yaşama geçişi tarihsel olarak olumlu buluyor. Bu uy-garlık övgüsü, Marksı Hindistan’daki İngiliz sömürgeciliğini hattaKuzey Amerika’da Kızılderili jenosidini desteklemeye kadar götürü-yor. Komünist manifestoda burjuvaziye düzülen övgüler de ortada.Güçlülükle simgele-şen erkek ve zayıflıkla simgeleşen kadın kimlik-leri uygarlığın önde gelen görüngülerinden biri. Adı Platon ve He-gel’le birlikte anılması gereken bu uygarlık ve tahakküm savunucu-sunun kızına verdiği cevaplar fikirleriyle tam bir uyum içinde. Mark-sist söylem içerisinde, Zetkin’den ‘kadın sorununu’ devrim sonra-sına bırakmasını isterken ya da Kolontay’a ‘bahriyelisiyle’ yetinme-sini söylerken Lenin haklıydı. Keza Reich da komünist partiden atıl-mayı fazlasıyla hak etmişti. Çünkü bütün bu isimler Marksizm’e göre

  • 24 ed

    ˙

    itör: can başkent

    tarihsel olarak- fi tarihinde- çözülecek olan sorunu iradeleriyle çöz-meye kalktılar. Halbuki, örneğin aile ve cinsiyetçiliğin ‘sosyalist ana-vatanın’ savunulması için daha başka bir sürü kurum gibi (devlet,ordu, polis, gizli polis) ‘güçlendirilmesi’ gerekirdi.

    Reich’ın kendisini Marksist olarak tanımlamasında Marksizm’in-ne yazık ki- anarşizme düşünsel üstünlük kurarak sosyalizm ala-nını işgal etmesinin de payı büyük. Özellikle Reich’ın yaşadığı Al-manya’da durum böyle. (Not: Bu vakıa Marksistlerin haklı, anarşist-lerin haksız olduğunu göstermez. Sadece o devirde Marks ve yan-daşlarının daha iyi retorikçiler olduğunu gösterir. Ayrıca tartışmala-rın ‘tahakküm kültürü’ içinde ve onun ‘diliyle’ yapıldığı da unutul-mamalı. Yani anarşistler maça yenik başlamışlardır üstelik de dep-lasmanda oynamaktadırlar. Nitekim, Sovyetler Birliği gerçeğinin (kuruluş, işleyiş ve yıkılış) netleşmesiyle birlikte, örneğin Bakunin’inMarx’la tartışma içinde geliştirdiği argümanların doğruluğu kanıt-lanmıştır. Artık Marksizm’in ‘sosyalizm’ alanından kovulma sürecibaşlamıştır. ) Bir diğer faktör de ‘bilimin’ otoriter karakterini kavra-yamamış olmasıdır. Ayrıca ‘cinsel devrimin’ programını oluşturmaiddiası da Marksistliğinden ve bilimselliğinden kaynaklanan talih-sizliğidir. Bilimin bir ‘kurum’ olduğunu, ‘gayrı-resmi’ bir bilim ola-mayacağını görememiştir. Onun bilim, saplantısı hayatının son dö-neminde ölçülebilir, depolanabilir, bütün hastalıkların özellikle dekanserin tedavisinde kullanılabilir orgon (yaşam enerjisi) iddiasındakendisine trajik bir son hazırlamıştır.

    Reich Freudçu kavramlarla düşünmüş ama farklı sonuçlara var-mıştır. Freud gibi otoriter kişilik organizasyonunu mutlaklaştırma-mış bunu aşmanın yolları üzerine kafa yormuştur. Bugünden ba-kıldığında Reich’ın Cinsel Devrimin hedefleri olarak önerdikleriniçoktan aşılmış şeyler olarak görebiliriz. Reich’ın talihsizliği cinseldevrimi programlaştırmasındadır derken bunu kastediyoruz. Reichana sorun olarak cinsel dürtülerin bastırılması, yok sayılması, çokkatı kurallar içine alınmasını görüyordu. Bu durum hastalıklı oto-riter kişilikler yaratıyordu, ‘insanlar bir kez cinselliklerini dışa vu-rup yaşamaya başladıklarında otoriter kişilik yapıları çökecek, sağ-lıklı tepkiler veren insanlar da ekonomik ve toplumsal düzeni yaşa-mın kaynakları olan sevgi, bilgi ve çalışma temelinde yeniden inşaedeceklerdi.’ Batı toplumlarında sorunun artık ‘bastırma’ olmadığıortadadır, ama Reich’ın vaat ettiği ‘sağlıklı kişilikler’ ve ‘sağlıklı top-lum’ ortada gözükmüyor. Reich’ın fikirleri doğrultusunda bir ‘cinseldevrim’ 68 sonrası gerçekleşmiştir. Ancak, özgürlük sorunu daha daçetrefil hal almıştır. Cinsellik ilk kez Reich’la birlikte politik etkinli-ğin bir alanı olarak tanımlandı. Ancak, gerek dönemin havası, gerekilk olmanın dezavantajı gerekse Marksistlerin ambargosu sex-pol dü-şüncesinin taraftar bulmasını engelledi. Derneğe gelenler de Reich’ıntanımıyla ‘orayı üstü açık genelev’ gibi görenlerdi.

    Bu arada ‘cinsiyetçiliğe’ karşı mücadele de kendi mecrasında iler-liyordu. Yukarıda Marksizm içinde Zetkin ve Kollontay’ın cinsiyetçi-liğe karşı başarısız mücadelesini andık. Üst-orta sınıf kadınlar ara-sında da Sufrajet hareket taban buldu. Talepleri kadınlara seçme ve

  • a-pol˙it˙ika derg˙is˙i seçk˙is˙i 25

    seçilme hakkı verilmesinden ibaretti. Ancak gerek yalnızca kadın-lardan oluşmaları gerekse işi sabotajlara kadar götüren militan birhareket olmaları dolayısıyla feministlerin ataları olarak görülürler.Emma Goldman anarşizm içinde cinsiyetçiliğe karşı mücadeleyi baş-lattı ve başardı! Modern feminist düşüncenin de kurucuları arasındaadı geçen Goldman’dan sonra anarşist hareket ‘feminist’ bir karakterkazandı. Bu doğaldı çünkü anarşizm tahakkümün bütün biçimlerinekarşı olmayı gerektiren bir ahlak felsefesidir ve anarşistlerin tarih-selci bir bakışları olmadığından kadın sorununun çözümünü gele-ceğe havale edemezler. Anarşist hareket içinde hala bazı maço öğe-ler olduğunu inkar etmiyoruz ancak anarşist ahlak açısından ‘ma-şizm’ gayrı-meşruyken ‘feminizm’ meşrudur. Sufrajet hareketin ba-şarısı ve kadınların siyasal haklarını almalarından sonra kadın hare-keti duraklama devrine girdi. ‘Siyasal haklar’ kadınların konumundafazla bir değişiklik yaratmadı. (Goldman uyarmıştı) 68 başkaldırı-sında hem ‘sex-pol’ hem de ‘kadın hareketi’ patlama yaptı. Cinseldevrimle cinsiyetçiliğe karşı mücadelenin tarihi buluşmasıydı. Ar-tık cinsiyetçiliğe karşı mücadele de ‘sex-polun bir parçası haline gel-mişti.

    Kadınlar verili cinsel kültür değişmedikçe kurtuluşun olanaksızolduğu görüşünü giderek daha fazla savunur oldular. Cinsiyetçiliğekarşı mücadele kulvarında güçlü bir hareket daha belirdi: Eşcinsel-ler. Genel başkaldırı dalgası onları da sarmıştı ve bu ortamda ‘dolap-larından çıkmaya’ karar verdiler. 68 Paris’inde ilk gösteri kız erkeköğrenci yurtları birleştirilsin talebiyle başlamıştı. Öğrencilerin istek-leri arasında ‘Reich’ın kitaplarının okullarda ders kitabı’ olması davardı.

    Ne ki, bu flört kısa sürdü. Cinsel devrim Reich’ın çizdiği çerçe-vede başarıya ulaşmış ama kadınların yaşamında köklü bir değişiklikolmadığı gibi bazı açılardan durum daha da kötüleşmişti. Aile kuru-munun parçalanmasının kendi başına devrimci bir anlamı olmadığıortaya çıktı. Kapitalizm pekala ailenin işlevlerini değişik kurumlaradağıtarak da varolabileceğim kanıtladı. Çocuk yetiştirmeyi yuvalar,ekonomik dayanışmayı sosyal güvenlik sistemine, ideoloji üretiminimedyaya, okul öncesi eğitimi ana okulların devretti. Ailenin üretimişlevi zaten en başından ortadan kaldırılmıştı. Tüketici potansiyeliolarak atomize birey aileden daha çekiciydi-Ailenin tahribiyle bir-likte talep artışı olan seks de bir endüstriyel patlamaya maruz kaldı.Kadın vücudu genel bir imge olarak kullanıma sunuldu. Eskiden ka-dın yalnızca tek bir erkeğin kullanımındaki cinsel metayken, cinseldevrimin başarıya ulaştığı oranda bütün kadınlar bütün erkeklerinobjesi haline geldi. Kadın bütünüyle kuşatıldı, zorunlu çalışma dü-zeni içine sokuldu (üzerindeki ev işi yükü de aynen devam etti) es-kiden aile içinde sahip olduğu iktidar alanları da elinden alındı.

    Sex-pol’ün ikinci başarısızlığının nedenleri ney-.di? En önemlieksiklik ‘cinsel devrimle’ toplumsal devrim arasındaki bağın yete-rince güçlü vurgulanamamasıdır. izole bir aile eleştirisinin devrimcibir anlamı olmadığını yukarıda açıkladık. Cinsel potansiyellerin dışavurulmasının da kendi başına devrimci anlamı olamaz. ‘Erkek’ ve

  • 26 ed

    ˙

    itör: can başkent

    ‘kadın’ kimlikleri aynı kaldığı sürece serbestçe dışa vurulan cinselpotansiyeller erkeğin kadın üzerindeki tahakkümünü pervasızlaştır-maktan başka bir işe yaramaz. Cinsellik alanındaki ana sorun dayanlış tespit edilmiştir. Ana sorun cinselliğin bastırılması değil Fo-ucoult’nun parlak bir biçimde ortaya koyduğu gibi egemen söylemetabi kılarak maniple edilmesidir. Bu durumda cinsel potansiyellerinserbestçe dışavurumu ‘cinsel devrimin’ kendisi değil olsa olsa bir ilkadım olabilir. Bu ilk adımın Avrupa’daki faturasını görünce ‘istemezteşekkürler’ demek zorunda kalıyoruz.

    Faturayı görünce feministler de haklı olarak ‘istemez teşekkürler’dedi. Cinsiyetçiliğe karşı mücadeleyi içermeyen bir cinsel özgürlükhareketinin devrimci olamayacağı gün gibi ortada. Öte yandan femi-nistler de kendi açmazlarını görmek zorundalar. En önemli açmaz-ları da anti-seksist erkeklerle ortak hareket zeminini reddetmeleridir.Cinsiyetçiliğe karşı mücadele de kendi başına devrimci olarak ta-nımlanamaz. Kapitalist sistem ve devlet için karar mekanizmalarınınbaşındakilerin cinsiyet olarak erkek olmaları gerekmez. ‘Erkek gibidavransınlar yeter!’ iktidar mevkileri için erkek egemenliğine karşımücadele eden bir feminizm devrimci olamayacağı gibi, bazı kadın-ları iktidara taşısalar bile sonuçta gerek iktidar mevkilerini elde edişgerekse mevkinin gereklerini yerine getiriş ve iktidar konumunu mu-hafaza ediş süreci yarışma - çatışma - tasfiye - tahakküm türündenerkek ’davranışlarını içerdiğinden erkek egemenliği kadınlar eliylesürdürülecektir.

    Çözüm ‘yeniden sex-pol’dür. Bu kez daha önceki hatalarını tek-rarlamadan. Anarşist bir toplumsal devrim gerçekleşmeden ‘özgürcinsellik’ yaşanamaz. Özgürlük bir bütündür ve hayatın bütünününyeniden organizasyonunu gerektirir. Kısmi özgürlük olamaz. SorunuMarksistlerin yaptığı gibi devrim sonrasına ertelemek değildir bu.Anarşist toplumsal devrim mikro düzeyde ‘hemen şimdi, burada’başlar. Öte yandan toplumsal devrim projesi ‘özgür cinselliği’ gün-demine almıyorsa bir ayağı topal olacaktır. Otoriter kişilik yapılarıkorunarak ‘yeni’ bir toplumsal organizasyon gerçekleşemez. Cinsel-lik alanını denetleyen insan ruhunu, kişilikleri ve davranışlarını dadenetler. Devlet, din, medya, bilim, tıp gibi otoriter kurumların bualana ilgisi nedensiz değildir. ‘Cinsel devrim’in devrim adını hakedebilmesi için bu kurumları hedef alarak yaygınlaşması gerekli-dir. Gerek Reich’ın gerekse 68’lilerinhatası ‘bastırma’nın, gelenekselformda tutucu baskıların ortadan kalkmasının ‘özgür’ bireyleri ya-ratacağını ve bu bireylerin ‘yeni’ bir hayat kuracağını ummalarıdır.Yapılan bir tür indirgemeciliktir. Psikolojik süreçler toplumsal yaşa-mın ana belirleyicisi olarak sunulmaktadır. Bu doğru olmadığı gibi,alan da doğru tahlil edilmemiştir.

    ‘Seks-pol’ün kapsamı nedir ve hangi güçlere dayanılarak hayatageçirilecektir. Kilit sorun cinsiyetçiliğin tasfiyesidir. Otoriter cinselahlak da büyük ölçüde cinsiyetçilik temelinde yükselir. Her alandaolduğu gibi bu alanda da tahakkümden acı çekenler ön plandadır.Kadınlar, eşcinseller ve gençler. Öte yandan anti-seksist erkekler dehareketin bir parçasıdır.

  • a-pol˙it˙ika derg˙is˙i seçk˙is˙i 27

    Reich’ın yaptığı hataya düşmüyoruz. Seks-pol’ü bir programa hap-setmeyeceğiz. Türkiye coğrafyasında hepsi de hayati öneme sahip birdizi mücadele alanı var seks-pol kapsamında. Başlık parasından ge-nel evlere, cinsel tacizden bekaret kontrolüne hemen hepsi haftalıkhaber dergilerinde ıcığı cıcığı çıkarılmış, ama örgütlü bir seks-pol ha-reketi olmadığından gündelik hayat içinde olagelmeye devam edenbir dizi sorun. Seks-pol örgütlenmesinde her biri kendi bağımsız ör-gütlenmesine sahip kadın inisiyatifleri, eşcinsel inisiyatifleri ve anti-seksist erkek inisiyatiflerinin birlikte hareketini öngörüyoruz.

    Anarko-feministlerin Duygu Asena türü feministlerle birlikte ya-pabileceği hiçbir şey yoktur. Tam tersine bu tür feministlere karşımücadeleyi erkek egemenliğine karşı mücadelenin bir parçası ola-rak görüyoruz. Bize göre Duygu vajinası olmasına rağmen toplum-sal konumu itibarıyla bir ‘er-kek’tir. Keza kaymakam olmak isteyenama engellenen (vah vah) kadınlarla dayanışmayı da hiç düşünmü-yoruz: Mücadelelerinde başarılı olurlarsa gözlerini oymayı düşüne-biliriz. Öte yandan anti-seksist erkekleri yoldaşımız olarak görüyo-ruz. Bu yoldaşlık yalnızca anarşizm bağlamında değil seks-pol bağla-mında, cinsiyetçiliğe karşı mücadele bağlamında da bir yoldaşlıktır.Buradan feminist eleştiriyi anarşist harekete taşımayacağız anlamıçıkmaz. Tam tersine en ciddi işlevlerimizden biri bu olacak.

    Sonuç: Şimdilik bir sonuç yok. Bu bir başlangıç yazısı, seks-poltartışmalarına başlangıç yazısı. Sonuca hep birlikte ulaşacağız.

    Gönül Sever

    Asıl Erkek Olan Devlete Karşı Anarko-feminizm

    Bu yazı Anarko-feminizm hakkında bir giriş yazısıdır. Bu yazıyı oku-yanlardan ‘Ya... feminizm varken neden anarko-feminizm?’ diye so-ranlar çıkacaktır. Elbette bu yazı kısa ve öz bir biçimde bu soruya ce-vap verebilecek bir yazı olma iddiasıyla yazılmış da olsa okuyanlarıneleştirileriyle, eklemeleriyle tamamlanacak yanları da vardır. NedenAnarko-feminizm?

    Yaklaşık iki yüzyıllık bir geçmişi olan feminizm, toplumsal ilişki-ler içinde kadının konumunu eleştirir. Kadınların erkeklerden dahafazla saldırıya maruz kaldığını iddia eder ve bunun için mücadeleeder. Amaç; cinsiyet ayrımını, ayrımcılığını ortadan kaldırmaktır. (Herne kadar burjuva feminizmi bu amaçlardan sapıp, cinsiyetçi bir yak-laşımla hareket etse de...) Feminizmin, bu amacına rağmen, toplum-sal değerlere karşı çıkıp, bu dererlere göre mekanizmalar geliştir-diğini ve yıkıcılıktan çok eksik olanları tamamlamak için çabaladı-ğını görmek mümkündür. Varolan değerlere karşı savaşmak... Pekihangi kavramlarla? ‘Eşitlik’ ve ‘hak’ bu iki kavram feminist söylemdesürekli geçen kavramlar olmasına rağmen, gerektiği gibi tartışılma-mıştır. (Eşitlik sözcüğünün sözlük anlamı: Aynı haklardan yararla-nan, aynı düzeyde olan. örneğin ‘Herkes. kanun önünde eşit haklarasahiptir’. Anayasa) Bir kadının, erkeklerle eşit olma isteği, erkeğinondan daha özgür olduğunu kabul etmesi anlamına gelir. Ulaşmak

  • 28 ed

    ˙

    itör: can başkent

    istenen nokta, erkeklerin yaşam standartları mı olmalıdır. ‘Eşitlik’istemiyle kadın, asıl otoriteyi (devleti) baştan kabullenmiş ve tek is-teğinin sokakta, evde, her yerde erkek gibi rahat (!) yaşamak isteğinibelirtmiştir. ‘Hak’ kavramına gelince, hangi hak, kimin verdiği ha,kimin laf edip erkeklere verdiği (!) ve kadınların sakındığı haklar...

    Feminizm bu kavramlarla yıkıcılığın yapıcılığından çok, ne ka-darı muhalif de olsa sistem içi bir mantıkla kendini geliştir, düzenler.Ne kadar radikal da davransa asıl gücü devleti hedef almadıkça fe-minizm eksik kalacaktır.

    Anarşizm, içinde ekolojizmi, anti militarizmi, anti kapitalizmi ba-rındırdığı gibi feminizmi de barındırır. Anarşizmin amacı, her türlüotoritenin ortadan kalktığı, sınırsız, mülkiyetsiz, cinsiyetsiz bir top-lumdur. Ve varolan devlete karşı bu savaşımda kadınların sorum-luluğu biraz daha fazladır. Çünkü devlet erkektir. Devlet varlığını,iktidarını korumak için; kendi iktidarını taklit edecek gruplarla, ku-rumlarla ilişki içindedir. (Aile kurumu gibi)

    Erkeklerde bu oyunun kuklalarıdır. Erkek devletin erkek vatan-daşları olarak; ezen, sömüren, öldüren devleti örnek alırlar ve kendi-lerinden farklı olanlar (!) ezerler, sömürürler. Böylece devlet, huzuriçinde gücünü her gün kendine kanıtlayacak vatandaşlarıyla yaşamı-nın tadının çıkarır. Bunu yaparken bir yandan onları da nasır sömü-receğini düşünmekten geri kalmaz tabii.

    Feminist söylemlerde insanların ezildiği, sömürüldüğü kabul edi-lir ama kadının ikinci bir saldırıya maruz kaldığı eklenir. Bence busaldırıyı, ikinci bir saldırı olarak görebilmenin altında yatan mantıkşudur: Karşısındaki güç ne kadar yalınsa, saydamsa, ne kadar basitve hantalsa ona karşı mücadele de o kadar kolaydır. Yani; neye karşınasıl savaşacağını görmek önemlidir. Hatta o gücü ortadan kaldırma-nın birinci koşuludur. Bu nedenle günlük yaşamda, toplumsal ilişki-lerde ikinci bir saldırıya maruz kalan bizlerin -kadınları- bu durumamüdahale etmesi en azından bunu görmesi daha kolaydır. Neden?

    Kadının karşısında etten, kemikten oluşmuş bir yumruk, ağız do-lusu iğrenç küfürler ve yaşamının her anında onu ezen, sömüren,aşağılayan anlaşılacak kadar bariz bir güç vardır. Bunları görmeninkolaylığıyla kadın erkekten önce harekete geçerek bu saldırılara karşısavaş açar.

    Peki, erkeğin kendini ezen, sömüren gücü görmesi ve bunla sa-vaşması nasıl olur? Asıl erkek olan devlet, erkeklerin iliklerine kadarişlemek ister, işlemiştir de. Onlara sünnet’ fotoğraflarıyla böbürlen-melerini söyler, silahlarla, arabalarla oynamalarını, pantolon giyme-lerini, kısa saçlı olmalarını, askere gitmelerini söyler, evlerinin ‘reisi’olmalarını söyler, ‘itaat et’ der. ‘Devletine itaat et ve tam bir erkekol, kendine itaat ettir, kadınlar sana itaat etmeli’ ve ekler ‘kadınlarsizin tarlalarınızdır, dilediğiniz gibi sürebiliriz’, erkek bunları din-ler, askere gider, evinin reisi olur, penisiyle gurur duyar, ölene kadarsantim (cm) sorunu olur, kadını döver, onun kadın olan anasına küf-reder. Kadın üzerindeki bu baskılar artar, artar ve etten, kemiktenoluşmuş yumruktan bıkan kadın ‘hayır’ deyip onunla mücadeleyebaşlar. Kadın savaşır, peki ya erkek?

  • a-pol˙it˙ika derg˙is˙i seçk˙is˙i 29

    Erkek bu saldırıyı, sömürüleri, yani devletin ona verdiği gücüreddederse başına ne gelir? Devlet ona güç vermiştir; Tanrı ona penisvermiştir, anayasa, ailenin koruyucusu, kollayıcısı unvanını vermiş-tir. Bunları nasıl reddeder, askere gitmeyi, kadınlara küfretmeyi, kısasaçlı olmayı, pantolon giymeyi, ezmeyi redde bilir mi?

    Ezen kimliğini reddedip, ezilenin saflarına geçmek hasımları içindeen aşağılayıcı durumdur onun için. Ezen olmak yerine, ezilenin ya-nında yer almayı tercih etmiştir o. (Hele bir de eşcinseller vardır ki,onlar kadınlardan da çok horlanırlar, aşağılanırlar. Çünkü onlar erkireddedenlerdir devletin onlara verdiği erki -erkekliği- terk edenlerdirve devletin erkek ahlakını tehdit edenlerdir) Erkek kimliğine yaklaş-tıkça pohpohlanan kadının tersine, erkekler erki reddettikleri ölçüdeaşağılanırlar.

    Hem erkek hem de kadınlar için görülmesi , gereken asıl otoritedevlettir. Erkeği ve kadını birbirinden uzaklaştıran, birbirine kırdı-ran, yalnızca kadını değil erkeği de tehdit eden asıl güç odur.

    İşte! Anarko-feminizm -feminizmin unuttuğu şeyi- mücadelesinitoplumsal yargının dışına taşır. Yıkıcıdır. Devletin, varolan tüm oto-ritelerin düşmanıdır. Tüm kurumların karşısındadır. Varolan yargı-ların, değerlerin karşısında ‘birey’ olmanın verdiği güçle savaşır. Va-rolan ahlakı reddeder. Tüm ezilenleri, erki reddedenleri bu ahlakakarşı mücadeleye çağırır.

    ‘kahrolsun erkeklik, kahrolsun kadınlık. Yaşasın Birey.’Özlem

  • Sayı 2 (Ağustos 1994)

    Kürt Ulusal Sorununda Çözüm: Devletsiz Federal Kantonlar

    Yüzyıldır süregelen -çözümü de oldukça zor- bir sorunla karşı karşı-yayız: Kürt ulusal sorunu. Bu sorun karşısında başta, Kürtleri zorlakendi egemenliği altında tutan TC. İran, Irak ve Suriye gibi devletlerolmak üzere; irili-ufaklı parti ve gruplarıyla, soldan-sağa her siyasaltondaki Kürt hareketi de dahil, tüm siyasi tarafların çözümü yıllardırbiliniyor. Bu çözüm etrafında tarafları kabaca iki kutba ayırabiliriz:Mevcut statükoyu koruyan ve devamından yana olan taraf ile, Kürttoplumunun mevcut statüko dışında, bağımsız siyasal kurumlaşma-sını savunup isteyen taraf.

    Bir asırdan beridir, politikanın her veçhesinde değişmez bir gün-dem olarak yerini alan Kürt sorunu, yakın tarihin en kanlı çatışmala-rıyla, kitle katliamları ve topyekûn sürgünleriyle bugün çok dahavahim sonuçlar doğurarak, bu iki taraf arasında ve bir kaç ülke-nin sınırları içinde bölgesel bir savaş olarak devam ediyor. YalnızcaTürkiye’nin denetimindeki bölgede son on yıldır süren çatışmalarda15.000 ölüden söz edilmektedir. Milyonlarca insan, yaşamları parça-lanarak, evleri, köyleri, hayvanları, ekinleri imha edilerek yabancı ol-dukları kent yaşamına zorla göç ettirilmekteler. Yaşanan bunca acıyarağmen, savaş basını tarafından şartlandırılan ’kamuoyu’, bu binlerceölüyü, bu denli azap verici olayları tümüyle kanıksamış, sorununçözümünü politikacılardan bekleyen bir umarsızlık içinde... İnsan-lar adeta sıranın bir yakınlarına ya da kendilerine gelmesini büyükbir körlük içinde bekleyen kurban konumunu sürdürürken, ‘radyo-lardan, ajans bültenlerinden her gün okunan kanlı bildiriler ölümü,korkunç bir kabus olarak yaşama sevincinin alnına mühürlüyor’.

    Tarafların soruna yaklaşımıKürt sorununa birinci bakış, egemen devletlerin ve kurumlarının

    (üniversiteler, siyasi partiler, sendikalar, meslek odaları, basın ve dev-letin ideolojik etkinliğiyle yaratılan geniş bir kamuoyu kesiminin) ba-kışıdır. Bu yaklaşıma göre; devletin yapısı üniterdir. Devlet sınırlarıiçindeki herkes, vatandaşlık bağıyla devlete bağlı ve egemen ulusunbir ferdidir. Farklı etnik kökenlerden olanların varlığı resmen kabuledilemez. Örneğin, Türkiye’de herkes Türk kökenindendir ve bu ne-denle de mutludur anlayışı devletin temel yaklaşımlarından biridir.Cumhuriyetin ilanıyla birlikte Türk ulusal egemenliği ve Türk milli-yetçiliği devletin resmi siyaseti ve milli eğitiminin temel bir prensibiolarak belirlenmiştir. Tarih ve kültüre bu türden ideolojik bir yakla-

  • 32 ed

    ˙

    itör: can başkent

    şım, devlet tarafından, yetmiş yıldır Türkiye’de yaşayan herkese zo-runlu eğitimle, basın-yayınla, üniversite ve kitle iletişim araçlarıyla,devletin her türden kültür ve askerlik kurumu aracılığıyla dayatı-larak benimsetilmeye çalışılmıştır. Devletin dayattığı bu resmi bakışaçısı, sokaktaki vatandaşın anlık siyasal tepkisinin kaynağını oluştu-ran ideolojik-kültürel değer yargılarını belirlemiştir.

    Sonuç: ‘Devletin ve milletin birliği, ülkenin bölünmez bütünlüğü’şiarı eleştirilemez, tartışılamaz, kadir-i mutlak bir gerçek olarak dev-letin baskı mekanizmaları ve tüm politik kurumları tarafından top-lumsal hayata egemen kılınmaktadır.

    Devletin bu resmi düşüncesine karşı çıkıp onu reddetmek ya datoplumsal yaşamın ortaya koyduğu gerçekliği savunmak, suç ve cezamekanizmasını harekete geçirerek, her defasında devletin inkarcı si-yasete dayalı otoriter tahakkümcü saldırısına yol açmaktadır. Kürt-ler üzerinde egemen olan diğer devletlerin (günlük yaşamdaki bazıbiçimsel ilişkiler dışında) TC.?den temelde bir farkları yoktur. İran,Irak ve Suriye anayasalarında Kürtler, etnik ve sosyolojik bir kategoriolarak resmen tanınıp tanımlanmamışlardır. Ancak, günlük toplum-sal ilişkilerde siyasi partiler ve devlet kurumları, gayrı resmi bir ter-minolojiyle anayasal formalitenin dışında, etnik bir kabulü toplumabenimseterek ‘Kürt kimliği ve kültürel haklar’ çerçevesinde siyasalbir denge oluşturmuşlardır. Bu dengeye bağlı olarak, Kürt bölgele-rindeki okullarda, basın ve iletişim araçlarında Kürtçe’nin ikinci birdil olarak kullanılması, Kürt etnik varlığına ilişkin toplumsal bir ka-bullenişi beraberinde getirmiştir. Bu dengenin politik olayların boyu-tuna bağlı olarak sürekli değişmesi ve Kürtlerin ayrı bir ulus olarakresmen kabul edilmeyişi, Kürt sorununun bu ülkelerde de gününgerçekliği olarak, tüm dinamizmiyle kendini gündemde tutmasınayol açmıştır.

    Sorunun yüzyıllık sahibi ve asıl muhatabı (yukarıdaki şemalaş-tırma uyarınca ikinci tarafı) elbette Kürtlerin kendisidir. Ne var ki,bugün -ve bence hiç bir zaman ve hiç bir ulus için- ortak bir Kürtulusal iradesinden söz etmek mümkün olmadığından Kürt tarafınınyaklaşımını siyasal gruplar nezdinde ele almak gerekir.

    Kürdistan’da milliyetçi siyasal düşüncenin tarihi, Osmanlı par-lamentosuna kadar dayanır. Meclis-i Mebusan’da ki Kürt milletve-killerinin ‘Kürdistan’a muhtariyet’ talepleri I. Dünya Savaşı ve Os-manlı Devleti’nin yıkılışı yıllarında oldukça yaygın bir düşünce ha-line geldi. Erzurum ve Sivas kongrelerinde ‘Kürt eşraf, mütegallibeve aşiret şürekası’ ile Kemalistler arasında Türk-Kürt ortak hükü-meti mutabakatına bile varıldı. Ancak, Sevr çözümlerini reddedenAnkara Hükümeti’nin İngiltere tarafından tanınmasıyla birlikte peşpeşe Kürt ayaklanmaları dönemi başladı.

    Bu ayaklanmalarla iyice şekillenip pekişen Kürt .siyasi hareketi veulus düşüncesi, II. Dünya Savaşı?nın diplomatik trafiği içinde ‘siyasiparti’ gibi bir kurumla buluşarak 1946’da (bir yıl sonra İran Şahlıkrejimi tarafından yıkılan) Mehabad Kürt Cumhuriyeti’ni ilan etti. Butarihten itibaren Kürt hareketi aşiret reislerinin etkinliğinde olsa bilesiyasi parti gibi, Batı tarzı örgütsel kanallara doğru açılmaya başladı.

  • a-pol˙it˙ika derg˙is˙i seçk˙is˙i 33

    Bu sürecin Türkiye kesitini ele almak gerekirse:Cumhuriyet döneminden başlayıp 1960’lara kadar süren ‘Şark

    Vilayetleri Meselesi’, 1960’lı yıllarda ‘Ezilen Doğu’, ‘Doğu Sorunu’,‘Doğunun Sesi’ gibi süreçlerden geçerek, ‘Devrimci Doğu’ ve 1970’le-rin ortalarında ‘Kürt Sorunu’, ‘Kürdistan Devrimi’, ‘Kürdistan Kur-tuluş Hareketi’ gibi bir sonuca varmıştır. Sosyalist düşüncenin Kür-distan’da politik örgütler nezdinde güçlenmesi, Kürt ulusal soru-nunda yepyeni bir dönem başlattı. Merkezi otoritelere karşı aşiret vetoprak sahiplerinin otoritesiyle başkaldırma dönemi, yerini modernsiyasi örgütlerin otoritesine bırakmak zorunda kaldı.

    Kürt ulusal sorununu bugünkü talepleriyle şekillendirip, yıllardır(Türkiye’de tamamen, diğer ülkelerde de kısmen) politik gündemdetutan ağırlıklı güç sosyalist gruplar olduğu için, sorunun siyasi bo-yutunu ve çözümüne ilişkin ikinci tarafın yaklaşımını sosyalist grup-ların bakışıyla ele almak gerekir.

    12 Mart ile 12 Eylül arası dönemde, Kürdistan’da 10’dan fazla si-yasi grup vardı. Birbirinden farklı uluslararası siyasi kutuplara bağlıolan bu sosyalist gruplar, Kürt ulusal sorununda (küçük nüanslarıolsa da) ortak bir düşünceyi dile getiriyorlardı. Hemen hepsi Le-nin’in, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı adlı kitabını aynıyaklaşımla yorumluyor, Lenin’in programlaştırdığı tezleri ‘Kürdistandevrimi’ için geçerli bir çözüm yolu olarak ele alıyorlardı.

    Bu grupların o gün ileri sürdükleri (ve bu gün de savundukları)ortak düşünceler, şu şekilde özetlenebilir:

    ‘Kürt ulusu Ortadoğu’nun ortasında dört sömürgeci devlet tara-fından bir asırdan beridir, çağdaş yaşamın gerektirdiği tüm siyasihak ve özgürlüklerden mahrum bırakılarak, ulusal varlığı, tarihi vetüm kültürel değerleri inkar edilerek köle statüsünde tutulmaktadır.Sömürgeci güçler (TC. Iran, Irak, Suriye) en son Lozan’da emper-yalistlerin iradesi doğrultusunda Kürdistan’ı dört parçaya bölüp sö-mürgeleştirmişlerdir. Bugün, Kürdistan sömürge bir ülke, Kürt ulusuda ezilen, sömürülen ve kendi iradesi dışında zorla köle statüsündetutulan bir ulustur. Kürdistan’ı sömürgecilerin askeri işgalinden kur-tarmak, yani ülkenin bağımsızlığı ve ulusun özgürlüğü için, Kürtsiyasi hak ve özgürlüklerinden yana olan tüm toplum kesimleri-nin aralarındaki sınıf farklılıklarına rağmen, sömürgeci işgale karşıulusal bir mutabakata vararak, ulusal demokratik kurtuluş hedefinedoğru harekete geçmeleri gerekmektedir. Çünkü, tüm çağdaş top-lumlar gibi Kürt toplumu da kendi siyasal iradesiyle, bağımsız ulu-sal devletini kurma, kültürel değerlerini koruyup geliştirme hakkınasahiptir.’

    Ulusal sorunu, Marksizm - Leninizm’in analizleri gereğince, sos-yalizmin temel bir sorunu olarak gören Kürt sosyalistleri, zamanlaKürt liberal burjuva siyasetini etki alanlarına alarak sürece damga-larını vurdular. Ancak, bugün gelinen noktada bu grupların tümükendi teorik tezlerinin epey uzağında, savaşın seyrine pek de uygunolarak belirgin bir milliyetçiliğe bulaşmış durumdalar. Bu konu başlıbaşına bir eleştiri ve irdelemeyi gerektiriyor.

    Dışarıdakinin bakışı

  • 34 ed

    ˙

    itör: can başkent

    Buraya kadar ulusal sorunda tarafları ve yaklaşımlarını kaba tas-lak da olsa vermeye çalıştım. Başta da belirttiğim gibi, tarafların bukonudaki düşünce ve siyasi tavırları bütün açıklığıyla biliniyor. An-cak, tarihsel ve siyasal nitelikleriyle her iki taraftan da olmayan, üs-telik her konuda olduğu gibi bu konuda da düşünce ve tavırları ye-terince bilinmeyen üçüncü bir taraf daha var; Anarşistler!

    Sıkıcı bir tekrar olmasına rağmen yeniden bu üçüncü tarafın bazıözgünlüklerini hatırlayalım.

    Anarşistler varoldukları bütün devrimlerde hep dışarıdakiler ola-rak kaldılar. Her türlü iktidar ve yönetim ilişkisini reddettiklerinden,yönetim aygıtının şu ya da bu tarafında konumlanmaları söz konusuolamaz. Onlar, yalnızca ister, ayaklanır ve yaparlar. Hiçbir zaman var-lığını istemedikleri bir kurumun sağ ya da sol tarafında oturmak gibibir amaçları yoktur ve olmadı. 1789’da ve 1871’de ikinci kez Paris’teolmak üzere, dünyanın bir çok yerinde devrimin isyan ruhu, devri-min çılgın çocukları olarak hep dışarıdaydı onlar. Çünkü, her defa-sında kanlı sonuçlarla görüyorlardı ki; ele geçirilen devlet, devrimiboğuyordu. İşte bu nedenle, her türlü devleti reddeden anarşistlerin,ulusal devlet kurmak isteyen yurtsever, milliyetçi, liberal, demok-rat ve sosyalistlere, devletin kötü ve ahlak dışı bir kurum olduğunubir kez daha anlatmaktan başka söyleyecek bir şeyleri yoktur. Halböyleyken, bugün karşı karşıya olduğumuz sorunla ilgili kimseninde anarşistleri dinleyecek durumda olmadığı açıktır. Bunun bir çoknedeninden biri; anarşistlerin henüz herkesin duyup, görüp, etkile-nebileceği toplumsal bir güç olarak ortaya çıkmamış olmalarıdır. Di-ğeri ise; ulusal ve toplumsal mücadelenin iktidar mücadelesi olarakikame edilmesi ve bir hedef olarak iktidarın, hala milyonlarca insanıbu denli büyülemesidir. Bugün Kürdistan’da süren kanlı çatışmala-rın karşısında bir çok kesim gibi anarşistlerin de çaresiz ve acz içindeolmaları işte bundandır.

    Evet, çaresiz ve acz içinde olduğumuz açıkça teslim edilmelidir.Çünkü, bir kişi bile özgür değilse hepimizin tutsak olduğuna ina-nan bizler, kaç yıldır düşünsel eğilimlerimizle uyumlu, hemen heryerden sesi duyulabilen etkili bir çalışma başlatamadık. Bu, aynı za-manda, milyonlarca insanın yaşamına kanla müdahale edilmişken,pratikte tercih edilebilir bir taraf olamayışımızın nedenlerinden bi-ridir. Elbette henüz birçok şeyin başındayız ve bunu herkes açıkçabiliyor. Ama şu da yine aynı açıklıkla biliniyor ki; ulusal soruna yak-laşımımızla tüm politik eğilimlerden kesin bir ayrımla ayrılıyoruz.O nedenle, bugün bağımsız bir devlet kurmak için ayaklanmış olanKürtlere önereceğimiz ütopyanın, onlar açısından pratik bir anlamıyoktur. Demek ki, ya kendimiz ütopyamızı yaşayacağız ya da ölenbunca insanın cesetlerine baktıkça derinden derine iç geçirmekle ye-tineceğiz. Hangisi?

    Disa Anarşi*Diğer politik düşünceler gibi anarşizm de ulusal sorun karşısında

    uzun süre (hatta tarihi boyunca) bocaladı, belirsizlik gösterdi ve çoğukez de yanlış tutumlar takındı. Ulus’u yeterince tanımlayamadı vekimi zaman yanlış teşhisler koydu. Bunlar bilinen veya (tarihi vesa-

  • a-pol˙it˙ika derg˙is˙i seçk˙is˙i 35

    ikin azıcık karıştırmasıyla) hemen görülebilecek şeyler. Kısacası olanoldu. Yanlış yapıldı, doğru yapıldı ve her ne olduysa yaşandı tariholdu. Oysa, bugün capcanlı ve oldukça da acımasız bir mücadelepratiğinin tam ortasındayız. Yaşananları görmezden gelmek gibi birsorunumuz da yok. Acilen yapılması gereken şeyler var. Bireyi vic-danıyla baş başa bırakmak ahlaksal bir prensip olarak doğru olabilir.Ama, hayatın bize dayattığı bunca pratik sorun karşısında nasıl birtutum takınacağımızı tamamen sezgilerimize dayanarak açıklayama-yız. Çünkü siyasal ve toplumsal olayların nedenlerini salt sezgileri-mizle kavrayamayız. O halde olguları, oluş nedenlerini, etkilerini vebizim için ne anlama geldiklerini irdeleyerek bilebiliriz.

    Bütün bu izahattan çıkarmak istediğim sonuç şu: Bir önceki yüz-yılda yazılmış ve bizim bugünün sorunlarına çözüm ararken, temelalıp gönderme yapabileceğimiz bir ?anarşist manifesto?muz olma-dığına (olsa da bu yöntemi kabul etmeyeceğimize) göre; her siya-sal toplumsal sorunun çözümünde önerebileceğimiz bir tek yol var:Anarşi!

    Besbelli ki, Kürt sorununun çözümünde de anarşiden başka biryol öneremeyiz. (Bıji anarşi bıji azadi) Ulusal devleti amaçlayan Kürtsiyasi hareketi için her ne kadar bu bir anlam ifade etmese de, he-nüz vatandaşlık duygusundan ve bilincinden uzak, aşiret töreleri-nin yüzyıllarca belirlediği kantonal yaşamdan tamamen kopmamışmilyonlarca Kürt, Zaza ve Asuri halkları için çok şey ifade edebi-lir. Anarşi bu insanların geleneksel yaşam tarzına, dayatılan vatan-daş kimliğinden çok daha kolay girebilir. Ve anarşi bir hayat tarzıolduktan sonra, Ulusal Demokratik Cumhuriyetin otoriter merkeziyasaları Köy Cumhuriyetleri’nin mülksüz-federal kantonlarında boyveren özgürlüğü asla sınırlayamaz.

    Kantonal yaşamGelecekten beklentimiz, toplumsal yaşama dair düşlerimiz, arzu

    ve özlemlerimiz, kısacası ütopyamız nedir? Kendi kendime sordu-ğum bu soruyu, teorik tezlere, tarihsel-determinist süreçlere, teferru-atlı programlara, bilimsel-sosyolojik gerekçelere sığınmadan, tama-men özgürlük tercihimden yola çıkarak cevaplıyorum:

    Ben bu ülkenin -ve bütün ülkelerin- parça parça bölünmesini is-tiyorum. Yalnızca ülkelerin mi? Kentlerin, kasabaların da mahallemahalle, köy köy küçülmesini, küçülüp özgürleşmesini istiyorum!

    Çünkü, merkezileşme hangi sistemde olursa olsun, kaçınılmazolarak tahakküme yol açıyor. Böylesi bir toplumsal merkezileşme-nin önüne, ancak federalizmi sonuna kadar işleterek, köy ve mahallecumhuriyetlerini hedefleyecek bir toplumsal desantralizasyon ütopi-siyle geçilebilir. İstediğim; etnik, dinsel ya da sınıfsal temellere dayalıbir toplumsal bölünmüşlük değil kuşkusuz. Hatta buna bölünmüş-lük de denilemez. Çünkü, ben toplumsal yaşam birimleri arasına din,dil, ırk, cinsiyet ve sınıf ayırımlarına dayalı yeni yeni çitlerin çekilme-sini değil, varolanların da yıkılıp kaldırılmasını istiyorum. Bunun daancak ve ancak, büyük kent egemenliklerine ve merkeziliğe son ve-ren, her türlü mülkiyeti, (din, dil, ırk, sınıf ve cinsiyete dayalı) hertürlü kültürel ayırımcılığı yok eden toplumsal bir devrimle mümkün

  • 36 ed

    ˙

    itör: can başkent

    olabileceğine inanıyorum. Devletlerin, orduların, sınırların, efendi vekölelerin, yöneten ve yönetilenlerin olmadığı, ekolojik federatif kan-tonal yaşamı hedeflemiş olan toplumsal bir devrimle...

    Yukarıda, bu ülkenin -ve tüm ülkelerin- bölünmesini istediğimibelirttim. Beni özellikle anlamak istemeyen kimi okurlarla cim savcı-ları büyük bir olasılıkla bu arzu ve önermemi basit bir Türk-Kürt ay-rışması biçiminde yorumlayacaklardır. Yazık!.. Halbuki, çok açık veanlaşılır şekilde söylüyorum: Toplumun bölünüp parçalanması de-ğil istediğim, ülkenin siyasi coğrafyasının değişmesidir. Mesela, iki-üç bin yıl önce bu topraklar üzerinde Trakya, İyonya, Frigya, Likya,Lidya, Medya, Armenia gibi küçük küçük ülkeler yok muydu? Söz-gelimi, 12 ayrı site devletinin kendi aralarında oluşturdukları LikyaKonfederasyonıı’nun bugün, kütüphane-müze ve dağ-taş dolusu ka-lıntıları, ’devlet? gibi politik yapıların toplum yaşamındaki gerek-sizliğini göstermiyor mu? Keza, Roma ve Bizans döneminden Os-manlı’nın yükselme dönemine kadar bağımsızlıkları yüzlerce yıl de-vam eden, Kürt Beylikleri ile Anadolu Beyliklerinde devlet, henüztoplumsal yaşam içinde dal budak salabilmiş siyasi bir kurum değil,Hanedanım otarşik iradesi olarak kamu yaşamının dışında soyut,gereksiz bir fazlalıktır. Bu ve buna benzer örnekler yakın geçmişteolduğu gibi, bugün ve gelecekte de devletsiz yaşanılabileceğini çağ-rıştırır.

    Bugünkü devlet merkezli siyasi coğrafyanın, tıpkı iki bin yıl önce-sinin şehir cumhuriyetleri gibi, küçülmesini istiyorum. Ama, önemlibir farkla! Şehir cumhuriyetlerinde ve daha sonra beyliklerde, hangibiçim içinde olursa olsun devlet vardı. Oysa, benim ütopyamın te-melini devletsizlik oluşturuyor. Şehir cumhuriyetleri derken, devlet-siz (isterlerse belli bir konfederasyon da oluşturabilen) federal kan-ton bölgelerini kastediyorum. Yasaların, hukukun, özel mülkiyetin,sınıfların; her türlü etnik, kültürel ve cinsel ayırımcılığıyla kapitaliz-min yok edildiği, alabildiğine sınırsız, devletsiz kantonlar! Bu öner-menin, ABD. İsviçre, Hindistan ve pek çok kapitalist ülkede olduğugibi, eyalet, kanton, ve federasyon tarzı devlet örgütlenmesiyle birbenzerliği kurulmamalıdır. Çünkü, sözünü ettiğim kantonal oluşu-mun, en küçük bir yerleşim birimi bile hiç bir merkezi yapıya bağlıolmadan, hiçbir otorite tarafından denetlenmeden, tamamen özgüriradi bir topluluk olma inisiyatifine sahiptir. En önemlisi de, dev-let ya da onun yerine ikame edilebilecek hiyerarşik yapılara hiçbirbiçimde yol verilmemesi, ekolojik-toplumsal ve özgür bir yaşam ter-cihinin sürekli kılınmasıdır.

    Elbette bu bir ütopyadır. Ancak, bu ütopik arzunun bir inanca, buinancın da toplumsal bir mücadele hedefine dönüşmesiyle, düş ol-maktan çıkıp gerçekleşebilir bir ütopya olduğuna inanıyorum. Kaldıki, bu aynı zamanda anarşist toplumsal bir idealdir. Bu ideali, varıla-cak tarihsel zorunlu bir süreç olarak değil, yaşanan an’a hemen şimdiindirgenmesi gereken bir özgürlük tercihi olarak düşünüyorum.

    Şu son yüzyılın sosyal olayları gözlendiğinde, devleti ortadankaldırma noktasına varmış pek çok devrim hareketiyle karşılaşırız.Bu devrimlerin devleti yok edememiş olmalarının en önemli nedeni;

  • a-pol˙it˙ika derg˙is˙i seçk˙is˙i 37

    iktidar odağı olarak, özünde ondan vazgeçememeleridir. Yani sorun,devletsizlik talebini toplumsal devrim hareketinin biricik sorunu ola-rak gündemleştirmekle ilgilidir. Yoksa, sanıldığı gibi ?gerçekleşmesiimkansız bir ütopya’yla karşı karşıya değiliz. Kürdistan somutundaulusal sorunun çözüm mantığını tartışabilmek için, tekrar konununbaşına dönelim.

    Tüm siyasi Kürt örgütlerinin ortak bir talep olarak, bağımsız ulu-sal bir devlet amaçladıkları biliniyor. Bu örgütler, ulusal bağımsız-lıkla birlikte, söz konusu devlet iktidarını devralarak bizzat kendileridevletleşeceklerinden, bu taleplerinin son derece açık ve anlaşılır birnedeni vardır. Peki, ortak siyasi bir iradeyle kendilerini ifade edeme-yen (ya da etmek istemeyen) köylü ve halk kitleleri tam da despotdevletlerden kurtulmak isterlerken, kendilerini yeniden baskı altınaalıp yönetecek bir devleti neden istesinler? Çünkü, özünde toplumunböyle bi